23 Mart 2010 Salı

ne bir ses geliyor aklıma ne de bir görüntü. sonbahar yapraklarının son nefesi olan sesi unuttum mu, ya denizin durgun fısıltılarını? belki de bir gökyüzü kadar berrak ve netken her şey, zihnim bir yağmur bulutu onların arasında. kendi içinde anlaşamayan düşlerimin çarpışması bir yıldırım gibi düşüyor, bölüyor rüyalarımı. ben miyim bu aynada gülümsemeye çalışıp mutlu olmak isteyen? ve aslında bir alışkanlık gibi mutlu olma rolü yapmayı marifet sanan. gözlerim görmese de görebilmek zor değil bu gerçeği, aklımdaki kişi ben değilim, ki mutlulukta uzak bu zihin denilen boş arsadan, huzurda. tek bi duygu ile dolmak bile yetmiyor onun açlığına; ama öyle ki hem açgözlü hem de cimri kendini paylaşamayacak kadar.

bir gazete yaprağını görüyorum şimdi, savruluyor, gidiyor. yapraklar tel tel bölünecek, bir bir yok olup ayrı yollara gidecek. bilmiyor muyum ki bende onlar gibiyim? biliyorum, hem de kendimden çok. bu yüzden hiç bir şeye başlamadıysam korkarak? ya da ertelediysem, üşendiysem, yarım bıraktıysam hep başlangıçları, sonlarını bulamayan masallarım olduysa? kendime ne kadar yakınsam uzağım o kadar. gülümsememi görüyorum aynada; ama duygularını hissedemiyorum yansımamın. gözlerimi görüyorum, ama tanıyamıyorum karşımdaki anımsamaktan bile uzak olduğum yabancıyı. bir zamanlar iyi bildiğimi düşündüğüm, şimdi ise her an bir karmaşa ile dikilen karşımda. yaramaz küçük bir çocuk gibi, karşıma geçip aynada gülen sonra.

bir duvağın altında ezilen ruhum kar beyaz şimdi, karların içinde belki de. boyanmış yüzü kırmızı bir tutkuyla, kendiyle mi savaşacak yoksa yeşermemiş endişelerim? karların içindeysem eğer bu sıcaklık hissettiğim, bu güven ve bu güvensizlik neden? ve değilsem bu tehlike çanları kime çalıyor ki, var mı etrafta benim gibi kendinde boğulanlar? bir tül sadece, hafif ve sade. sadeliği gözümü kamaştırıyor, sırtımda ise binlerce yük sanki. bir film izler gibi izlemek isterdim yaşamımı, bir biyografi, sıkıcı ve olaysız. bir deniz durgun, bir başına, cansız. hatırlatıcı bir kaç not var elimde, sararmaya yüz tutmuş hatıraların simgeleri. bir fotoğraf, bir film şeridi, bulanıklaşıyor gittikçe, gözlerim mi yaşardı yine? sadece bir toz belki de, gözlerimden başka ev bilmeyen bir toz.

sense bir hayalsin belki de, belki bende bir halüsinasyon. beynim akıl oyunlarıyla mücadelede, ben kendimle.
belki hepsi bir hayal,
belki de değil,
belki sadece bir ihtimal görünmez kılıyor beni,
tek ve bilinmez bir ihtimal.

14 Mart 2010 Pazar

ruhlarımızın içindeydi bedenlerimiz,
akşamüstü güneş yağmurla ıslanırken,
bir kahve kokusu gibi keskin,
etkileyici düşlerim,
ve bir ayna gibi aşk,
sadece ona bakınca kendini görüyor ruhum.
bir mehtabın ışığında,
ya da bir güneş aydınlığı,
içimi dolduran bir kahve kokusu yine,
bir umut gibi gökyüzü,
ve sen karşımdasın,
umut rengi gözlerinle,
bakarsan kırılır zırhım,
yok olur inançsızlığım,
bir gerçek gibi,
ya da inanması güzel bir serap,
inanırım sana,
karşımda umut rengi gözlerin,
kahve kokusu ve bir ayna.

12 Mart 2010 Cuma

bilmek mutluluktu. ben bildiğimi sanarak mutlu olurdum ama. gerçekleri cam bir vazo gibi kavradığımı sandım, elimden kayıp düşmesi ise küçük bir ayrıntıydı. kendi ruhumun bin bir yüzünü gördüğüm binlerce cam kırığı var her yerde. gerçeği görmeyi herkes isterdi değil mi? cam kırıklarından fazla acıtmayacaksa...

uzanıp aldım raftan eski tozlu bir kitabı; içinde kitap gibi eskimiş hayatlar, sorular, kafamızdaki soruları yanıtlamaya yetmeyen cevaplar. kapağında bir resim. çizilebilir miydi özgürlük? küçük bir dünya hep hayal edilen, biraz deniz, biraz gök, biraz da mutluluk resmin kıvımlarında. hatıraların canlandığı, kötülerin gidip iyilerin kaldığı bir cennet, unutup uyuşturan bir cehennem aslında. durdurulamaz isteklerin çoktan kendini kaybetmiş tutkuları, sonsuzlukta maviliği içine alıyor. klişe hayallerin ulaşamadığı yer. akreple yelkovanın arasında adice bir soğukluk, bir buzdağı var aslında, yan yana geldiklerinde itiyorlar birbirlerini, uzak olduklarında kovalıyorlar aşıklar, zaman akıp gitsin diye ellerimizden, burda ise hepsi eskimiş elimdeki sayfalar gibi, hepsinden, zamandan bile yıllar almış bitmeyen ışığın ellerindeki gökkuşağı, kamaştırıp gözlerimizi kapattırmış dünyaya, bir anne gibi uyutmuş dizlerinde.

şüphe; gerçeğin kanatlarına bindiğinde,
güneş tutuldu bir an,
zaman durdu,
düştüm ben senin kollarına,
hayal kurdum.
ama sadece bir an.

7 Mart 2010 Pazar

"senin beni sevmiş olman belki de hayatımda olabilecek en güzen şeydi."

ve belki de koca bir yalanın çığlıklarıyla boğulurken bile bu sözler aklımdaydı, o yalanlar da senindi, bu da. ama tek fark benim sadece birine inanmak istediğimdi. sessizliği bozmayan bir düşünce selinde, tek bir rengi alıp çıkardım düşlerimden. bir gökkuşağının içinde anılar vardı, su gibi akan, kalbimi acıtan. ve hepsinde de sen vardın, işin kötüsü benim aldanmalarımın hiç bir hayalde son bulmayışı, gözlerinin hayallerimi yaktığını farkedemeden kendimi kurtaramamdı.

"aslında yağmur gibisin, sana kapılıp gitmek beni özgürleştiriyor."

sende yağmur gibiydin, her seferinde beni ıslatıp mutlu ederdin; ama daha sonra uyandığımda kırışan bir çarşaftan başkası yoktu yanımda, denize bakan bir ben, yıldızları izleyen bir bendim. gökyüzünün mavisi özgürlüğü, özgürlük seni, sen beni, ben ise boşluğu barındırıyordum. boşluğun içine dolmaya çalışan aşkın ona izin verdiğimde çoktan kaçıp gitmişti.

"belki de olmamalıydı... ya da belki hiç olmadı?"

belki de sadece "belki" dediğim için böyle olmuştu, "belki de" ben sadece keşkelere inanan, onların yanında pişman ve mutlu hisseden biriydim. ve "belki de" olabileceğini düşünmek yaptığım en büyük yenilgiydi. tutkulara değil, sana değil, ben aslında kendime yenilmiştim; ama bunu farkedecek kadar bile canlı kalamadı, soldu tüm izafi mutluluklar. senin yerinde beni üşüten bir rüzgar, gözlerimi ıslatan bir yağmur, nefesimi yakan bir ateş kaldı.