30 Ekim 2009 Cuma

o.

anaokulunda tek resim yapardı.
ortaokulda yemekhanede hep tekti.
lisede tek otururdu.
üniversitede okula hep gelmek zorundaydı, çünkü notları alabileceği kimsesi yoktu, sıranın sonunda, tek kalırdı hep.
otobüs binerdi eve gitmek için, yanı hep boştu. tanımadıklarıyla doluydu tabii, ama dikkat çekmezdi bile zaten, gelip üstüne otursalar da farketmezdi.
sessizdi, hep örnek insan oldu. çünkü hiç itiraz etmezdi. hiç fikirleri yokmuş gibi davranırdı. aslında bazı konularda fikri vardı, ama söylese bile sinek vızıltısı gibi, gürültüde farkedilmeyecek bir küçük ayrıntı olurdu sadece. ve hatta yorum yaptı diye arkasından gülerlerdi ona. bazı konularda ise fikri yoktu, hep eksik hissetti, hep her şeyi bilmek, konuşmak istedi bu yüzden.
bildiklerini öğrettiği bir kişi bulamazdı çoğunlukla, bulduğunda ise karşıdaki her şeyi, söyledikleri de dahil, biliyormuş gibi yapıp, onuzayıf yanından vurur nasıl bilmiyorsun, tabii sen ne bilirsin ki derdi.
üzülürdü kız.
kötülere bile acırdı bazen, ama ona acıyan yoktu.
sadece fiziksel bir güzellik belirtisi yok diye, içindeki kimyayı anlayamadı kimse.
bileğinde bir ip vardı, o kopunca özgür olacaktı.
ama o aslında hep özgürdü, onun özgürlüğü yalnız olmasından kaynaklıydı.
kuşlara özenirdi hep, ama ne bir kuş, ne de insan olamadı.

23 Ekim 2009 Cuma

dön-memek

dön diyemem dersin genelde; çünkü git demişsindir, ve pişmanlığının grafikteki alanı, gururununkinden küçüktür malesef, neye mal olsa, neleri kaçırtsa da sana. oysa ki sadece dön demek yeterli değildir ne kadar istesende, artık ok yaydan fırlamıştır dersin, filmlerdeki gibi o dön deyince arkasını dönüp sana son kez sevgiyle bakıp kollarına atılmayacak, gitti dediğin trenin arkasından çıktığını göremeyeceksin ya da. senin bildiğin ve istediğin arasındaki fark; yapamadıklarına eşitlenecek, eşitliği bozmaya çalıştığında ise denklemin bir yanından çıkardığın gururunun denkliği bozmaması için, öbür taraftan "kazanma" şansını çıkaracaksın. belki giden bir şey eklerse kendinden; sen kazanırsın. bencilliğin el verirse, duyguların cesaretle dik durabilirse rüzgara karşı bir uçurtma gibi.

17 Ekim 2009 Cumartesi

gülümseme.

gülümseme.
bir ufuk yaratıyor sanki içimde.
küçük bir sahil kasabası ve taş evler.
gülen insanlar, mutlu yüzler, bacası tüten evler.
ben şimdi sahilde oturup denizi dinliyorum. ruhum denizle, kalbim bir küçük gülümsemede. küçük bir çocuğun yarattığı bir sevinç dalgası, herhangi bir gülümsemenin bir şehre bedel olması.
oysa ki ne şehirlere ihtiyacımız var; ne gereğinden fazla bir zenginliğe.
bir gülümseme baştan yaratabilir dünyamızı, sadece tek bir gülüşle tüm kahkahalar bizim olur belki de.

16 Ekim 2009 Cuma

adaletsizliğin can damarı

aslında içimizde bir şah damarı gibi, durmadan atıyor. adaletsizliğin peşinde değil içindeyiz, başkaları gibi kendi çokluğumuzda kendimizi de sömürüyoruz ki adaletsizliğimiz eşit bir payda herkese verilsin bir ödül gibi, ama kardeş payı değil bu sefer. bir yalana başlar, onu haklı ve doğru gösteriririz kendimizce; bir oyuna inanır ve sahne bitene kadar sürdürürüz rolümüzü sessizce. hep birilerinin görmesi beklenir; oysa ki karanlığın içindeki kefeleri kendinden ağır hak terazisi bile görmüyordur herkesin yaşadığı yük bozukluğunu. ve bir yalancı adalet kavramı içinde, bize yapılan haksızlıkların muhalefeti olup, aslında başkalarının haksızlıklarının iktidarıyız. ve bir cumhuriyetse içimizdeki küçük dünya; bu dünya hırsızların, kahpelerin ve hiç olmamışların dünyası. sömüren ve sömürülenlerden oluşan; sömürülenlerin sessiz, sömürenlerin ise çığlık çığlığa bağırıp haklı olduklarını iddia ettikleri bir küçük dünya. gözleri bağlı olan hak yolu, açtı artık gözündeki bağı; sevdiğine bir, sevmediğine bin lanet yağdırıyor. ve bir inanç tablosu içinde itirazsız kabul görüyor haksızlığı savunan yasalarımız.

ve aslında bazen,

seversin.
hep düşünürsün birisini.
ve o birisi bir anda senin rüyalarına girmez,
o senin rüyaların olur.
hayallerinde hep o vardır mesela,
gittiğin sinemada o,
kendi sinemanda ise baş rol onun.
ve sen sadece seversin,
farkedilmeyeceğini, karşılıksızlığını bilirsin.
platonik bir yanılgı olarak,
yine karşılıksızca kendinsizliğinde beklersin.
perdeleri aralasa da,
görsem onu tekrar.
belki o o kadar mükemmel değildir ama;
sen öyle bilmek istersin.
tektir senin için,
bir başka "aşk" daha yoktur. 

ve bazense sevdiğini sanarsın,
hep düşünmek ister,
boş zamanlarını hayaliyle doldurursun sadece.
o "hep" yoktur,
sadece şimdi vardır ve belki de,
ya şimdi ya da bir sene sonra yapraklar sarardığında,
gidecektir, bilirsin.
gözlerinin ardında hep başka birini elde etme isteğiyle yanarsın,
ama onu istediğini söylersin kendi kendine.
ortak nokta ise; yine fark edilmezsin
ama bu sefer sen de fark etmezsin.

10 Ekim 2009 Cumartesi

güçlü bir kol,

kalbimi buz soğukluğundaki ellerine alıyor, sıkıştırıyor, damarlarını patlatırcasına. kanlar akıyor, ancak soğuktan donup kalıyor her biri, daha sonra tekrar kanamak umuduyla, acıtma isteğiyle.

daha sonra kalp atışlarımı hissedemiyorum, kanımla birlikte onlarda donuyor, bembeyaz ve sopsoğuk, tıpkı bir camdan heykel gibi.

sıkmayı bırakıyor el, donmuş duygularımı. rahatlayacağım, buzlar eriyecek birazdan diyor, kanları durdurmak için yollar düşünüyorum, ancak o güçlü el planlarıma ters çıkıyor. buzdan canavar, korkutucu suratına bir katilin sinsi gülüşünü yerleştiriyor, gözlerimin derinliklerinden aklımı bir iple bağlıyor, bağıramıyorum, nefes almak zor geliyor.

daha sonra ellerinde tuttuğu camdan oyuncağı, sıradan bir kukla gibi bırakıyor, yere vurma sesi her bir hücreme iğne gibi batıyor, camdan kalbim, küllerden daha küçük parçalara ayrılıyor. gözümden bir damla yaş akıp küçücük bir parça camı eritiyor, kıpkırmızı yüzünü gösteriyor binlerce parçadan biri ve o haliyle bile kanamaya devam ediyor.

yumuyorum gözlerimi. bitti mi?

sessizliğinin

altında, düşünceleri telaşla fısıldaşıyordu. boş bakışları ise durgunluktu dışardakilere göre, oysa o; geçmişinin bilinçli katili olan cerrah rolündeki geleceğinin, yeni ruh ölümlerine neden olacağını gördüğünden, bir sonraki bedensel kayıp olmayan cinayetleri, şaşkınlıkla izliyordu... ve düşünmeden edemiyordu;

'bu kanlı silüeti ben mi yarattım, ben mi izin verdim aklımda her bir hücreme kazınmış, kendi yarattığım gölgeler şehrinin düşmesine?'

Yeşil gözlü adam, güzel sesli kadın.

Yeşil gözlü adam ruhunu arıyormuş yaşadığı evinde, mahallesinde, gözlerinin görebildiği sınırlı haritada. Ve bir gün, tatlı bir ses yükselmiş sıkışık evlerin olduğu mahallede, sıkışık evlerin arasından. Ne bağırıyor, ne de şarkı söylüyormuş bu ses; ama tatlı bir ninni gibi büyülüyormuş onun tatlı fısıltısı. Sokakta yankılanmıyormuş sesi; ama yanındaymışçasına netmiş.




Adam o an farketmiş ruhunun bir kadında olduğunu, aşağı inmiş koşarak, güzel sesli kadınla göz göze gelmişler o küçük, loş sokakta, adamın yeşil gözlerinde kendini bulmuş kadın, kaybolmuş... O anda anlamışlar ki ikisi bir bütünden fazlasıymış, biri giderse, öbürü yarım kalamazmış, yok olurmuş...

Ama hikaye sonsuza kadar mutlu yaşamışlar denilerek bitmemiş malesef.

Onlar da her zamanki gibi eski zaman klasiklerinden vazgeçmemiş; sonsuza kadar demişlerdi tabii ki... Ancak kadının güzel sesi, sonsuzluğu da etkilemişti. Aşklarını teslim ettikleri sonsuzluk, güzel sesli kadını istiyordu şimdi,o da yeşil gözlü adam gibi büyülenmişti o huzur veren sesten... Ve onu yanına aldı huzur bulması için, sonsuza kadar... Karanlıkta, yerin yedi kat altında, yeşil gözlü adamın gözlerindeki ışığı söndürürcesine...

Yeşil gözlü adam onsuz hiç kendi olamamış tekrar. Hem sevmemiş onu aldığı için sonsuzluğu, hem de sevmiş onun yanına ulaşabileceği tek yer olduğu için.

Ve şimdi ben onun o yeşil gözlerine her bakışımda, kadının tatlı sesiyle fısıldayışını, huzurla gülümseyişini ve akamayan bir damla gözyaşını görüyorum...

Kayboluş.

Sonsuzluğu istiyordum; ancak o bir son değildi. Daha ilerisi vardı hep, adı üstünde; sonsuzluk! Bir kuyu gibiydi sonsuzluk, dipsiz bir kuyu. İlerledikçe güneş ışığını umutlarla birlikte yutan bir varlığı yok etme çabası. Ruhlarımızın perdelediği bir gerçek; aslında en büyük yalan, karanlığa giden.


Karanlık ise beni içine çekiyordu. Bir sevgilinin kolları gibi sarmalıyordu beni yalancı şefkatiyle önce, sonra beynimi uyuşturuyordu tatlı şarkısıyla. Oyuncak kuklalar gibi; ellerimle teslim ediyordum iplerimi ona, kan vücudumda dolaşmıyordu artık, aydınlıkta.

Evet, ışığa, olmayana özlem duyuyordum. Bu yasaklı özlem kopardı bir ipi, aceleci bir mum yakmak için. Yanan mum ışığı da içimdeki sahipsizliğe ve ona sahip olmaya çalışan karanlığın kindar rüzgarına yenildi. Bense tek sahibime baktım, kaplamıştı her yanı. Teslim olmaktan başka çözüm yoktu, gülümsedim küçükken karanlıktan korktuğumu hatırlayarak. Artık kaçış yoktu, saklanmak, kurtulmak yoktu, çok geçti artık, aşıktım; korkularıma aşıktım.

hiçbir şey.

kabullenmenin zor olduğu kadar varım, ellerin boşluğu hissedeceği kadar yok.

Dün, Bugün, Yarın

Dün; buradaydım. Mavi gökyüzüne bakıyor, özgürlüğümü görüyordum kuşların kanatlarında. Umudu ve umutsuzluğu kokluyordum şehrin kirli havasında, inceliyordum zihnimi, içinde benim de bilmediklerim var mı diye.


Bugün; mavi gökyüzü umutsuzluktan kararmış, özgürlüğümse biraz kısıtlı, bir iple bağlanmış gibi. Aklımda bilmediğim bir şeyler varmış gerçekten; bilmediğim biri. Kim olduğunu sorguluyorum şimdi.

Yarın; mavilik görünemez oldu duygularını kaybetmiş, hissedemeyen ruhların oluşturduğu flu perdenin ardından. Kuşlarsa özgürlüğüm gibi yok oldu, uçmuyorlar artık, onları da yaşatamadım. İpler zincirlere, yaşadığım yerse dikenli tellerle dolu bir hapse dönüştü. Çaresizlik içime dolmasın diye nefes bile alamıyorum. En önemlisi ise keşfettim içimdeki kişinin ben olduğumu. Kendim olduğumu sanırken en güzel anılarımın yaşattığı gerçek ben.

Trajikomik bir son bu; kendimi bulduğum an kaybedecek olmam.

Doğrusuzluk

Sizin doğru gördüğünüz yol benim ölümümü simgeliyor.


Ben o yoldayım ve veriyorum son nefesimi; sizin doğrularınızı bulmak için.

Kendi doğrularımsa bir o kadar saydam ve gereksiz sizinkilerin yanında, yinede bir o kadar gerçek ve canlılar ki hâla!

Aklımda telaşla koşuyor duygularım, doğru ve yanlışı ayıramıyorum artık. Ancak biliyorum ki hiç bir doğru sizin için önemli değil çünkü yalanlara inanmayı sevmişsiniz siz! Kendi inandıklarım ölmesin diye uğraşsamda boşuna.

Sizin hayali doğrularınız, somut gerçekleri soyut yapmış, nesnelleri öznelleştirmiş ve benim inandıklarımın silüetini bırakmış sadece. İçi boş ve cansız, tıpkı benim gibi. Gözlerimi sonsuzluğa kapasam vücut bulur mu o en sevdiğim silüetler, benim olabilirler mi tekrar; onlara inananın?

kişisel korkusuzluk

karanlıktayım tek başıma,

yön bulamadan yürüyor,
düşüyorum.
düşlerim yardımcı olamıyor,
kendi karanlığımda,
yalnız boğulmama.

herkes, her şey...

... renkli balonlar gibi, görünüşü güzel, içi boş.

Geçmiş...

...şimdiden ve bizden daha çok etkiliyor geleceği, özgür düşünceleri öldüren, herkesin bulaştığı bir cinayette, hala kanlı elleriyle. Ve hala masumiyetini savunuyor, bizlerse bilincimiz hala açık olmasına, gözlerimiz hala görmesine rağmen, söylediği her yalana zevkle inanıyoruz, yalanlar bizi de yalanlasa bile.

Kim bilebilirdi ki?

Gerçeklerin bu kadar yalancı olduğunu?

Ve gerçeklik duygusunun bu kadar sahtelik barındırdığını içimizde?

Kendimizken bile inkar ettiğimizi, yalan söylediğimizi içimizdeki benliğe, unutulmamış bir alışkanlık gibi.

Kız bağırır,

gecenin karanlığında; ki bu bağırış onun çaresizliğini simgeleyip küçültür belki onu sevgisinin gözünde.

"Yağmur, gel ve götür kendinle beraber tüm benliğimi. Ve sevdiğim tek şeysin biliyor musun? Bana onu hatırlattığın, ama onun gibi acıtmadığın için!"

Ulaşılmazlarımız

Hiç bizim olamamıştır çok istediklerimiz. Her zaman farklı yollarda, farklı yönlerde kalmışızdır ve çoğu zamansa istediklerimiz, elde edemediklerimiz bize tam ters olanlardır. Birçok doğru içinde yanlışı buluruz biz, özenle çekip çıkarır, kendimize ayırırız en yanlışı, bu yüzden bize en ulaşılmaz görüneni. Bu yüzdendir ki kanıksamamız bazı farklılık gördüğümüz hataları, değiştirmemiz doğrumuzu, yanlışımızı. Ve hep bu istek nedeniyle değişiriz biz, kimi zaman olmak istemediğimiz, kimi zaman olmak istediğimiz, kimi zaman olmamızı istenen kişi oluruz, kendimizi unuturuz. İçimizde bastırılmış kendimizle ve dışarı gösterdiğimiz kendimizle yaşarız ve bastırılan biz suskun kalır hep, görülmemiştir ki o bir daha biz olsun. Ve biz bizliğimizi, ruhumuzu kaybederek severiz ulaşılmazları, kendimizi bildiğimizi sanarak ve aslında bizden ayrılmış bir bizin duygularıyla, kendimiz içinse duygusuzca . Evet isteğimize ulaşırız, ruhsuz bir şekilde sevilen bir beden olma yolunda! Çoğu zaman geriye ittiği, rafa kaldırdığı paslanmış sorularla kendini bulma yolunda.

ve herkes..

..onun olmayan solukları için bekliyordu. kanlı bir mirasın varisleriydiler onlar, sadece son nefesini hissetmek istiyorlardı yüzlerinde, ve ölümün soğukluğunun bembeyaza döndürmesi o çok sevdiklerini söyledikleri insanın. bir ihanet kılıcıydı bu, arkadan bıçaklardın ve kimse kanı göremezdi, içten içe kanardın, onlarsa sadece susmanı beklerlerdi sonsuza kadar.

Olmamış olmak

Küçükken ağzımızı gizli bir kilitle kapadığımız gibi, aklımı bir kutuya koyup kapadım, anahtarı bende değil. Kalbimi ise hissedemiyorum, herşey karmaşık. O kadar ki artık kendime soru soramıyorum, biliyorum cevapların olmadığını. Bilinçsiz gibiyim;


Sanki hiç olmamışım gibi.

Oyunda aşk başkadır, hatta belki de saçmadır.

Gözlerin bozukluğu sadece uzağı görmeyi değil düşünceleri görmeyi de etkiliyor belki. Ve ben gözlüksüz biri olarak ne düşündüğünü bilemediğimden,susuyorum. Belki de susmak daha iyi olduğu, sessizliğin uyuşturucu etkisi olduğu için.

Sanırım aklın, alışkanlığın etkisi bu olsa gerek? Karanlıktayken mum bulmak gibi otomatiktir belki, neyin nerede olduğunu bilirsin, sen koymuşsundur çünkü. Ama ben sadece kendi düşüncelerimi biliyorum, onları oluşturan benim çünkü. Tahmin edilemez mi seninkiler? Saatler geriye sarmaya başlarsa, belki.

Ama artık biliyorum ki önemli olan sen değilsin ben değilim biz değiliz, sadece egoyu tatmin etme duygusu bizdeki, hepimizdeki. Ve beyin öyle ki; kafayı taktıysa bir seye unutamıyor ne kadar istese de. Aslında bu unutamama deli ediyor, isteklere neden oluyor. Unutamadığımız, beceremediğimiz için her şey. Bir bilgisayara 15 basar dediğimiz beynimiz, bir bilgisayar gibi geri dönüşüm kutusuna atamıyor zamanın getirdiklerini. Ama biliyorum ki hırs saçma, biliyorum ki yaşananlarda saçma ve hayat gibi bir oyunda isen;

aşkta saçma.

Kelebek

Bir kelebeğin kanatlarındaydı mutluluk;


Kelebek gibi dışarı çıkmak için uzun süre bekleyen ve sadece bir gün yaşayabilen. Bir günün içine bir ömrü sığdırmaya çalışan; daha çok, daha çok kanat çırpan. Bizdeki gözlerse bir gününü en azından yaşayabilen o kelebeğe kitli, sadece onun yaptığını yapabilmeyi istiyor bu bir sürü bir gün'den oluşan, ama o bir gün'ün hiç gelmediği hayatta.

Uçurum

Bir uçurumdayken nasıl herseyi elimizin altında ve sade, olduğu gibi görüyorsak, hayallerimizin ucurumlara ulastıgı zamanlarda gerceği en iyi gördüğümüz yerdir, en berrak haliyle. Gerçeği görmekse en hafifletici şeydir, yalanlara inanmak yerine.

Nedensizlikler, Sonuçluluklar

Neden 'neden' der ki insanlar? Neden her neden önemlidir? Ve çoğu nedeni bilmemek ne kaybettirir bizlere?


Neden merak edenler çoğu zaman meraklı, çoğu zaman başkalarının işine burnunu sokanlardır bize göre. Ama bilmeliyiz ki birçok nedenden oluşuyor hayatımız da, nedenler ve sonuçlar. Ve çoğu kişi nedenleri öğrenmek için mi soruyor ki? Yoksa yap-boz'un parçalarını kendilerine göre tamamlamaya mı yarıyor bu nedenler?

Sıra açıklamada bu kadar sorudan sonra. Neden deriz çünkü nedenler yarısıdır hayatımızın. Nasıl mı? Her neden bir sonuca neden olur, ve o yeni sonuclar başka nedenlere, onlarsa başka sonuçlara. Ve birçok sonuçsa nedenlerden oluşmaktadır, birçok şekilde hem nedendirler hem de nedenlerin neden oldukları'dırlar.

Çoğu zamansa aklımızda tamamlayamadığımız sorular vardır, cevabını arayıpta bulamadığımız. Biraz dedektiflik duygularımız harekete geçsede dolduramaz cevapların oluşturduğu boşluğu tahminler. Cevabı sadece bilenler biliyordur, bu nedenle onlara sorarız, neden?

Neden deriz çünkü nedenler hayatın bir parçasından çok sorularımızın ve hatta cevaplarımızın parçalarıdır. Nasıl bir yap-boz'da son kalan parça kaybolmuşsa ve onu arıyorsak, nedenleri aramakta böyledir, ve bulmaksa halının altına sıkışmış olan ve manzarayı tamamlayacak olan yap-boz'un son parçası.

Neden diye sorarız, çünkü nedenler olmadan çoğu sonuca da ulaşamayız. Nedenler olmadan çoğu şeyi eksik yaşarız, çoğu yap-boz'u tamamlayamaz, çoğu konuda meraklı -ve birazda bilgisiz- kalırız, ve tabiki onların oluşturduğu ilerde neden olacak sonuçlara da öylece bakarız belkide. Nedenleri bilmek ister herkes çünkü hayatlarımızın birer parçasıdır onlar, soyut ama gerçek parçalar. Bu yüzden hayatın yarısını kaçırmamak için sorarız, neden?

Sınırlı Sınırsızlıkla Sınırlarımızı Çiziyoruz

Sonsuzluk gibi garip, olayların tesadüf eseri mi yoksa önceden hazırlanmış bir plan gibi mi işlediğini bilemediğimiz bir kavramın içinde yaşayan sonsuzluğa ulaşamamış insanlardan biriyim sadece. Gerçekten bir plan mı hayatımız? Başına buyruk, özgür takılan, kaderimi ben çizerim diyenlerde mi içinde bu çıkılmaz planın?


Ve yapmak istediğimizi değil de istemediğimizi yapsak? O zamanda belli mi olur sonuç? Veya son anda bir karar değişikliği yapsak nasıl olur? Ama o da planın bir parçası olur aslında. Çünkü planda senin son anda karar değiştirmen var, ve planlanan yola gitmen. Tekrar fikir değiştirsek? Ne yazık ki o da var planda! Ne kadar çalışsakta çıkamıyor muyuz dışına bu bilinmiş sıradanlığın? Labirent gibi yani.

Peki tesadüfse herşey? Ve aslında sonsuzlukta tesadüfi bir sallama! Zaten sonsuzluk ne ki? Biliyorum sonsuzlukta sınırlı, öyle ama. Kim sonsuza kadar yasamıs ki biliyor sonsuzu? Her sonsuz bir yasamla biter, bir daha baslamamak ve devam etmemek üzere. Ve yeni sonsuzlar başlar ruhlarımızın, düşüncelerimizin, kelimelerimizin ulaşamadığı sonsuza ulaşmak için.

Ve bunun için uğraşılacaktır, sonsuza kadar.

Büyük-çe

Büyükçe.


İlk duyulduğunda büyükten biraz daha büyükmüş gibi görünüyor, en azından küçükken bana öyle gelirdi. Ama bir gün okulda, Türkçe dersinde öğrendim ki küçültme ekiymiş bu; büyükten daha az olan, büyüğe yaklaşık anlamı varmış.

Çoğu insanda da bu var, çoğu insanda bu görüntüye yeniliyor. Bahsettiğim kelimelerle ilgili değil, yine insanlarla ilgili. Nasıl mı yalancı büyültme ekiyle kendilerini büyültüyorlar insanlar?

Yollarını bilemem. Ama farkındayım bunun. Bu insanlar (ki çoğunun insancıl tarafları pek yoktur) karşısındakileri küçük görerek yükselirler, başkalarının omuzlarına izinsiz basarak tepeye ulaşmak gibi.

Kendileri hiç bir zaman büyük olamamışlardır bu insanların, büyüklere özenirler,öyle olmak isterler ve hatta bunu yaparken o özendikleri asıl büyükleri de küçümserler. Doğrusu tamda buymuş gibi. Ve insanlara büyük benim, mükemmelin sözlükteki karşılığı benim diye satarlar kendilerini. Biz saflarda buna inanırız, her büyük diyeni büyük kabul eder, bizle tek kelime edip şereflendirmesini bekleriz, ama nafiledir. O dünyanın en iyisidir gözümüzde, hatası mı var? Görmezden geliriz, bir arka sıraya atar, erteleriz, sonradan bakmak için rafa kaldırırız ve o sonralar hiç gelmez.

Ve o uyduruk destansılık bizim her hatamızı görür, yüzümüze vurur, her anını. Kendi gözünde kendini yüceltir, ve doğalolarak bizimkinde de çünkü biz onun gözleriyle bakıyoruzdur, sahte büyüklerin yanında, sahte bir sağ kol, sahte bir efsane olmak için.

Sonunda ise bazılarının gözleri açılır, raftan indirir dosyaları, bir bir bakar bazılarımız. Ve görürki o süper insan, tapılası kişi, yırtık bir kağıt parçasından daha önemli değildir artık, görür gerçeği. Tabi ki anlar o zaman; o büyük değildir, büyükten azdır, büyükçedir ve yaptıklarıyla kendini en son sıraya atmıştır hayatımızda ama umurunda bile değildir, üstüne bastığı omuzların biri çökse ne olur ki? Onu kurtaracak onun kadar sahte ve basit büyükçe'ler, büyüğümsü'ler varken?

Nedensizlikler, Sonuçluluklar

Neden 'neden' der ki insanlar? Neden her neden önemlidir? Ve çoğu nedeni bilmemek ne kaybettirir bizlere?


Neden merak edenler çoğu zaman meraklı, çoğu zaman başkalarının işine burnunu sokanlardır bize göre. Ama bilmeliyiz ki birçok nedenden oluşuyor hayatımız da, nedenler ve sonuçlar. Ve çoğu kişi nedenleri öğrenmek için mi soruyor ki? Yoksa yap-boz'un parçalarını kendilerine göre tamamlamaya mı yarıyor bu nedenler?

Sıra açıklamada bu kadar sorudan sonra. Neden deriz çünkü nedenler yarısıdır hayatımızın. Nasıl mı? Her neden bir sonuca neden olur, ve o yeni sonuclar başka nedenlere, onlarsa başka sonuçlara. Ve birçok sonuçsa nedenlerden oluşmaktadır, birçok şekilde hem nedendirler hem de nedenlerin neden oldukları'dırlar.

Çoğu zamansa aklımızda tamamlayamadığımız sorular vardır, cevabını arayıpta bulamadığımız. Biraz dedektiflik duygularımız harekete geçsede dolduramaz cevapların oluşturduğu boşluğu tahminler. Cevabı sadece bilenler biliyordur, bu nedenle onlara sorarız, neden?

Neden deriz çünkü nedenler hayatın bir parçasından çok sorularımızın ve hatta cevaplarımızın parçalarıdır. Nasıl bir yap-boz'da son kalan parça kaybolmuşsa ve onu arıyorsak, nedenleri aramakta böyledir, ve bulmaksa halının altına sıkışmış olan ve manzarayı tamamlayacak olan yap-boz'un son parçası.

Neden diye sorarız, çünkü nedenler olmadan çoğu sonuca da ulaşamayız. Nedenler olmadan çoğu şeyi eksik yaşarız, çoğu yap-boz'u tamamlayamaz, çoğu konuda meraklı -ve birazda bilgisiz- kalırız, ve tabiki onların oluşturduğu ilerde neden olacak sonuçlara da öylece bakarız belkide. Nedenleri bilmek ister herkes çünkü hayatlarımızın birer parçasıdır onlar, soyut ama gerçek parçalar. Bu yüzden hayatın yarısını kaçırmamak için sorarız, neden?

Masalsı Gerçeklik

Masallarla uğraşıp duruyorum. Her birinde mantık arıyor, kırıntısına bile rastlayamıyor, bulamıyorum. Aslında unuttuğum mantıksız oldukları için güzel bittikleri, gerçeğe uymadıkları, dünyaya baktıkları pembe gözlüklerini çıkaramadıkları için. Ama ben olması gerektiği gibi olsun istiyorum, kötüler kazansın istiyorum. Pamuk Prenses her elma verenin elmasını yediği için ölsün ve Prens onu unutsun, Cindirella'ya yardım etme bahanesiyle gelen peri evi soysun, Pinokyo ısınmak için ateşe atılsın istiyorum. Şimdiki gerçekliğe en uygun olanı bu olsa gerek. Sadist olduğumu düşünebilirsiniz, tabi, doğru olmasada bu da bir seçenek.


Ama gerçeklik her zaman iyi bir seçenek mi bunu da düşünmek gerek. Belki de bilimkurgunun, iyilerin kazanmasının(bkz: Selena (!) ), mutlu sonların çok tutulmasının nedeni de budur. Gerçeklik insanların içindeki iyi tarafı doyuramadığı için. Bu yüzden insanlar 'Pollyanna' olamasada, içinde bulundukları durumda hep kötüye hazırlıklı olmak zorunda kalsada, iyiyi düşünmek istiyordur belki, olmayana özlem duyduğu için. Biraz gerçekliğe bakarsak ne mi olur? Aklımdaki zamanı masal kitaplarından çıkarıp şimdiye ayarlıyorum.

Cindirella'nın balkabağının Lamborghini'ye dönüştüğü, Pamuk Prenses'in üvey annesinin estetik yaptırdığı, Rapunzel'in saçlarına hırsızın, tinercinin, kısacası her bulanın tırmandığı bir dönemde yerimde sayıyorum sanki. Ağlasam ağlayamıyor, gülsem gülemiyor, düşünmek istediklerimi değil istemediklerimi düşünüyor, bağırmak isteyip susuyorum. Bütün karar verme zamanlarında yol ayrımında bakakaldığım ve arkamdan 'kötü devlerin' yerine zamanın kovaladığı, cansız bir hikayenin içindeyim şimdi.

Ve belki masalları düşünmek ve hayal etmek, sadece hayal de olsa daha iyiydi? En azından mutlu sonla bitmez miydi?