22 Kasım 2009 Pazar

ikiye bölelim, hepsi benim olsun.

iki çocuk vardı, paylaşırlardı her şeylerini. birisi daha çok küçüktü, tüm saflığıyla ve tatlı bencilliğiyle. öbürü ise paylaşmayı bilebilen. renkli plastik bileziklerinden istedi küçük kardeş, bir tane sadece. altı bileziğin üçünü verdi kardeşine, yarısı onun yarısı benim.


ama anladım ki o gün ben hiç öyle olamadım. maddi eşyalarımı değil, paylaşması kolay olan kalbimi bile paylaşamadım, kimseye diyemem ben, bak bu benim sevgim, yarısı senin, yarısı benim.

gidiyor musun?

"Neden? Benleyken bile ona baktığın gibi bakmadın bana, gözlerinde bir ışığın çaktığını göremedim ona baktığında olduğu gibi. Her bakışında yüzüne sana 'korkak kahraman' diyen birinin, kalbin acıyordu biliyorum. Ama benleyken neden bana böyle olamadın, neden?" diye hıçkırarak sordu kız meraklı gözleriyle. Ağlayan gözleri katıksız bir nefrete ilerliyordu.

"Ben hiç 'seninle' olmadım ki."

kimse yeterince bencil olamıyor.

bencil olmak içi tek bir nefese sahip olmak gerekli çünkü. oysa ki biz telaşlı dakikalar içinde, çocukların gülümsemeyi unutan güneşi çizişlerinde, bakışlarımızda ve hatta görüşlerimizde, hep birden fazla kişiyiz. ruhlar karması gibi, kendimiz ve başkaları olarak yaşıyoruz. iki yüzlülük değil bu aslında, çok yüzlülük. o kadar ki; şizofrenik saplantılar bile masum kalıyor acıtan benliklerimiz arasında.


bencil olamıyoruz bu yüzden, aslında bir şeyi kendimiz için istediğimizde, hangi kendimize adadığımızı bilemiyoruz bu somutluğu. kendimiz mutlu oluyor, kendimiz kırılıyoruz sonunda. yararsız bir oyun oynuyoruz hayatla.

bu yüzdendir ki; bencil olan kişiler henüz oyuna başlamamıştır, henüz hayat ya yoktur onlar için, ya da bir makasla kesmiş, yok edip kanatmışlardır ruhunun türevlerini, onların dünyalarını kesip çıkarmıştır ameliyat masasında. ve son nefesini kafesinde vermiştir bilincin. kendin olduğunu bilmenin, ve ölümü paylaşamamanın bilinci; onlar için öyle bir uyuşturucu ki ölüm, ne vazgeçebiliyorlar, ne de paylaşabiliyorlar sevgili sonlarını, asla, kimseyle.

di'li geçti zamanımın

görülmüş geçmiş zamana adandı hikayelerim. aslında onlar yoktular, olmalarını ben istedim. ve varmışlar gibi, özenle baktım onlara, incitmedim. ama onlar beni hep incitti, biliyor musun?

bir fotoğraf karesindeki görünmeyen yüzlerdi onlar. sağ tarafta kalmış, rüzgardan eğrilen bir ağaç, bacası tüten bir ev, önde yürüyen iki mutlu yüz. ve bana kalan sel gibi yağmurlardı fotoğraf karesinin içinde. güneşin parlak yüzü değil, ayın soğuk nefesiyle görürdüm ben.

ama işte o karede olmayanlar hayallerimdi benim. bazen birilerinin ruhunda hayat bulmak, bazen ab-ı hayat içmiş gibi sonsuz olmak isterdim. ama biliyordum, sonsuza kadar yaşasam mutsuz olacaktım ben. sonsuzluk içindekileri vermeyecekti, sevgileri saklayacaktı kendine. bencildi o, adanmışlığın a'sından habersiz. ve aşkın yüzsüzlüğünden.

hatta hatırlardım olamayan anılarımı. film gibi, siyah beyazdılar, dokunamadım. bende aşık olurdum kendi filmimde, kendi kitabımda baş kahraman, kendi zihnimde tutku selinin sahibi. ama bunlar hep dışında kaldı fotoğrafın.

ben aşık olurdum eskiden, kalbim yağmurla ıslanmadan önce. bu kadar hissiz değildim ben, sel götürmeden önce o fotoğrafta çıkmayan iki mutlu yüzü. evet, ben aşık olurdum eskiden, kabuslarımda gördüğüm, en korkulu anlarımda aydınlığa açılan bir kapı bulan adama.
ve sonra gitti o, yağmurları da aldı, gitti bir gün.
kayboldu.
ve hikayelerimde gitti, fotoğrafla beraber. saklı olan düşlerim yok oldular.

gözyaşlarımı alamadan,

gitti o.

bilmem ki nasıl,

anlatmalı beni.


çünkü ne kadar anlatırsam,

o kadar kötü bir izlenim olacak zihinlerde.

ne kadar resmedilse de,

tablo dışına çıkamayacak hayaletim.

gözleri hep dünyayı izleyen,

küçük bir hayalet.

ben.


nasıl göremedim,

hissedemedim,

nasıl bilemedim?

bir girdaba bile bile atlayışım,

adrenalin tutkusundan değildi.

ve ben sevmezdim bile suyu,

şelalenin arkasında,

buğulu düşlerimi gördüm,

gözlerim miydi yoksa buğulu olan?

ve eskiye bir özlem gibiydi,

sudaki sis.

geri dönemiyor,

saklayamıyor,

sadece biliyordum orada olduğunu.

burası küçük bir yer,

bir şelale, bir kaç ağaç

ve bir de umudum için kesilen nefeslerimle ben.

ufku göremeyeceğim belki ama,

perdelerini aralayıp tepedeki güneşin,

adımlarımı atabilirim sonsuzluğa.

çünkü gülümsemeler,

orada bekliyor beni.

kırmızı bir şarap ve mum ışığı,

bir tutku saplantısı.

oysa ki güneşin içinde bir günün yerini

hangi alkol unutturabilir ki?

ne kadar da

..narindi sevgin. kibarlıkla süslenmiş bir fiyonk vardı aşkının paketinin üzerinde. ona verdin kırmızı paketi, açtı o da bir efsaneyi. kimsenin görmediğini gördü o aşkının paketinde. küçük kırmızı kutu, çekmecende kilitler altında gizlediğin, anahtarını kasalarda sakladığın, açmamak için defalarca kendinle çeliştiğin kutu, onun elindeydi. ve içindeki kalbin. coşkuyla karışmıştı kanının kokusu, ağzından çıkacak tek bir söze bakıyordun sanki.


çanlar senin için çalmıyordu ne yazık ki, attı önemsiz bir biblo gibi kalbini, yıllarca sakladığın ve yanlış kişiye verdiğin o en değerlini. gitti kızıl kadın, arkasına bile bakmadan bıraktığı cam kırıklarının adamın zihninde.

arkadan geldi badem gözlü kadın, çıkardı bir mavi kutu, verdi ona. ne bir süsü vardı, ne bir abartısı. sade, masmavi bir kutu.

"al." dedi.

"bende senin gibi kalbimi rehin tuttum, nefesini bile aldırmadım ona tutkunun. ama sen nasıl değiştiysen, bende sana karşı öylesine değiştim. açtım kapılarımı, o güvenli sandığım kalemin içinden aldım kalbimi, kendine güvendiğini sandığım, zavallı savunmasız kalbimi. sana vermek için. çünkü kızıl düşler peşindeyken sen, o kapıların ardında senin için atıyordu, sense hayatını uçurumdan savuruyordun, dal bulamayacağını sanarak.

al, o senin artık. biraz acıyor gördüklerinden dolayı ama, işini görür hissetmek için. çünkü o artık başkasının olamaz o seni sevdiği için, öyle bir aitlik ki bu; bana bile karşı çıkıyor. şimdi senin özgürlüğün var, benimse sana gözü kör bir esaretim."

"Seni

hep seveceğim." dedi çocuk. "Sabah uyandığımda, sonraki sabah ve sonraki sabah. Nefes aldığım süre boyunca."


Kız ise berrak gözlerle baktı;
"Beni hiç sevmeyeceksin. Hatta sabaha kadar bile. Çünkü sabah güneşi başka biriyle doğuracaksın, ve ufka baktığın başka biri olacak. Ben ise seni bekleyeceğim, tutkunun bana dönmesini, aşkını kazanabilmeyi, ve kimse olmadan benim gözlerime bakabilmeni.

Parfümünün kokusu burnumda tütecek, sana sarılabilmek, o içimdeki yokluğu bastırmak için dudaklarını dudaklarımda hissetmek isteyeceğim. Şüphe duymadan izlemek isteyeceğim seni. Ama olmayacak, biliyorum.

Ben seni kendime acı çektireceğimi bile bile sevemem, şimdi yaptığımdan ötürü acı çekeceğimi bilsem de, hiç bir zaman gözlerine dalamamanın, o maviliğin içinde özgürlüğümü aşkın diliyle tadamamanın acısı kadar büyük olmayacak hiç bir şey.

Sen beni sana göre hep seversin, ben seni bana göre hiç. "

asla unutma, asla affetme.

Affetmek büyüklüktü, bir zamanlar.

Ama kendilerini büyük görenler affetmeyi küçüklük, kendilerini ise daimi efendi olarak gördüler. Küçük konuşmalarının ve gülümsemelerinin bizi mükâfatlandırdığını, ardından getirecekleri büyük yıkımları göz önünden sileceklerini düşündüler.

Herkes görünüşte onları affetmeye hazırdı, herkes büyüklük bende kalsın demişti. Ama öyle bir noktaya gelindi ki; her affediş onlar için bir zorunluluk, her kırılış onlar için bir sorumluluk oldu.

Ateşle oynuyorsun diyemezdi kimse, çünkü bu bencillik deniziydi, ve efendileri yanmazdı bu deryanın içinde. Öfkenin ateşi ise hiç bir zaman bir kıvılcımı geçemedi, çünkü konuşamayan gözlerin arkasındaki sisti. Asla söylenmeyecek, asla ihanet edilmeyecekti mükemmel tapınışlarına.

Hiç ses çıkarılmayacaktı o konuşurken, hiç kimse içinden bile bağıramazdı. Oysa ki benim çığlıklarım inletiyordu ruhumun duvarlarını. Her konuştuğunda nevrosaya yakalanmış, hislerini kusan bir ejderha gibi ateş savuruyordu yüreğim. Herkes hissediyordu bu korkunç nefreti, herkes biliyordu o her güldüğünde onu öldürmek istediğimi. Ama onu hissetmediğini de biliyordum ben, hiç bir pişmanlık için acı çekmeyeceğini.

Her yanlış yapışında, camdan duvarları her kırışında yaptılar tekrar. Ama sıra bana geldiğinde, acılı bir süreç olacaktı onun için istediğini alamamak. Çünkü af dilemek artık bizi küçültürken; onu devasalaştırıyordu tutkularda. Ve yalvarmalara bırakıyordu yerini karşılıksız çağrılar.

Ama ben, ben unutmayacaktım onun acizliğini korkular karşısında.

Ben onun çıkarlarına ait olmamayı unutmayacaktım.

Ben onun gülüşlerindeki sis perdesinin altında bitip tükenmeyen bir hırsın saklandığını bilecektim.

Ve ben asla, asla ama asla unutup onu affetmeyecektim. Sözümü hiçe sayacak sonsuzluğu ellerinde tutsa bile, asla.

kendime mahkumum ben

ben bir deliyim, yargılanması gereken bir deli. ama kimse ben konuşurken susup dinleyemez beni. ikazlar, itirazlar, itiraflar durup dinemez ben konuşurken. ben konuşurken dünya konuşur, ben ağlarken konuşmaya devam ederler.

ama bir yerde, tek bir yerde dinlenir E. aklında.

orada E sanık koltuğunda oturur, ve o konuşmaya başladığında o konuşur, dünya susar, sessizliğe boğulur sonbahar yaprakları, donup kalırlar.
konuşur E, anlatır. tek istediği dinlenmektir onun, avutulmak değil, asla değil.

"ben asla kendim olamadım. ben insanlar, ben ruhlar karmasıyım. ruhumda sayamayacağım kadar kişinin mimikleri beklemekte kendini göstermek için.
bencillikle dolu, bana göre beyaz yalanlarım var benim. hepsi benim adıma çalışıyor, kan döküyorlar yüreğimde.
gözyaşlarım tiyatro sahnelerinden,
konuşmalarım ise film repliklerinden.
bu kadar kişi arasında, asıl beni bulamıyorum artık."

kaptırır kendini, kendi dünyasında, kendi olan hakime karşı tutamaz gözyaşlarını.
güçlü olan kişiliği kalkar ayağa, ağlama, der ağlama! duygusallık değil ihtiyacın olan, asla. bu da kendi lafları değil, arkadaşından alıntı nağmeler söylemektedir güçlü sanılan içi boş kişi.

E gözyaşlarını siler bir havluyla, yine başlar aynada kendi yalanlarıyla boğuşmaya.

"şizofreni yalnız oynamaz."

bu küçük ve soğuk evde oturuyorum. terkedilmiş bir bölge sanki burası! bir canlı varlığa bile rastlayamıyorum bu kurak hisler coğrafyasında.


saat gecenin dördü sanırım, saat yok burada, yıldızları takip ederek ayırıyorum saati. her yerde tozlar var, her yerde... sanki canlılar, hepsi üstüme geliyor! kaçmak için çarşafımın altına gidip saklanıyorum, sadece başım dışarda. kim bağırıyor böyle?

bembeyaz giysiler var üzerimde, yiyecek ise istediklerim gibi değil. eski günlerimi özlüyorum. burada kendimi farklı görüyorum artık, değiştim. kimsesiz ve gereksiz bir yer burası, kurtulmalıyım bir an önce. kafamda hayaller kapılarını açıyor umuda mahkum bedenime.

duvarlara yaklaşamıyorum. yatağım odanın ortasında. korkuyorum duvarlardan, hayaletler var orada duran, hissedebiliyorum nefeslerini boynumda. ve bir tanesi eğer azrail'in kılıcını taşıyorsa... kanımı endişesiz hıçkırıklarla dolu bir kaç ruha kaptırmayacağım ben! hayır...

ellerin nerede? özlüyorum beni sarmalarını. sıcaklığını da özlüyorum, çok soğuk burası. sadece gözlerine baksam yeter bana, başka hiç bir şeye ihtiyacım yok burada, senden başka. kalbim adını fısıldıyor, kaçıyorum içimde beni ele geçirmeye çalışan şeytandan. bana bakıyor şeytan; "sen benimsin, ve benim incilimin kapağına açılacak ruhun, gözlerin benim kurallarımı okuyacak bundan sonra." diyor. bir kapı olsa sonsuzluğa keşke, çıksam ve orada septik düşlerimden uzakta, seninle beraber olsam.

bir şömine koyamazlar mıydı bu odaya? hem soğuk, hem de beyazdan başka bir renk yok. şömine olsa da ateşin kızıllığına bakakalsam, kızıl düşler ülkesine gitmiş ve oradan hiç ayrılmayacakmış gibi. tutkunun kolladığı görkemli kapılarıyla, ve senin dudaklarınla buluşan kızıl düşler ülkesi.

kapı açılıyor, düşüncelerimden ayırıyor beni. hasta bakıcı gözlerini bana dikiyor, ağlamışım sanırım, yaşları hissediyorum yanaklarımda.

"burası deliler hastanesi, çığlıklarına yer yok." narkoz kanıma karışıyor, yine ve yine uyuyorum..
sabah gözlerindeki güneş ışığı, akşam iradesiz ve dinlenmeyen bir hayır'a dönüşüyordu dilinde. haksız bir savaş veriyordu kendine ihanet eden, öyle ki içindeki hükümete muhalefet bir ruh vardı kendinde, ve bu güçlü muhalefet, kendine bile zararı olan bir darbenin peşindeydi, çığlık halini alan hayır'lar arasında.

yoklar mı hala?

hayallerimiz vardı eskiden,

perde arkasında gölge bırakmadan yürüyen,
sessizce.

ve o kadar sessizdiler ki,
şimdi gittiklerini anladığım anda bile,
ne zaman gittiklerini bilemiyorum.
ansızın kaybolmuşlar gibi.

Hâlâ.

Ben hala küçük bir kız çocuğuyum zihnimde. Düşüncelerimle evcilik oynuyor, hayallerimin arasında geziyorum kocaman pamuk şekerimi yiyerek. Bir çok şey istiyorum hâla, küçükken bisiklet istediğim gibi. Hâla ağlıyor, hâla mutlu olup gülüyorum bir oyuncak gibi verilen sevgilere. Hor görüyorum masmavi özgürlüğe düşen gölgeleri, eski ve yıpranmış bebeklerim gibi. Zihnimdeki küçük kız hâla dalgalı saçlarını topuz yaptırıp ucunda buklelerini bıraktırıyor annesine. Yanından geçenlerin dondurmalarına gözü takılıyor. Hâla oyun arkadaşını seviyor o. Hâla salıncaklarla bulutlara dokunuyor, hala anlamadıklarını önemsemiyor, gülücüğüyle kapatıyor. Gazetedeki çocuk bulmacalarını çözüyor hâla.


Ve hâla onun görebileceği en kötü rüyada paylaçolar var, yalancılardan, ruhsuzlardan, alevli tartışmalardan, ayrılıklardan değil, paylaçolardan korkuyor çünkü o.

gizlenen siyah ışıklar.

Gözleri yoldaki ışıklar gibi parıldıyordu. Umudu hiç bitmemiş, hiç mutsuz olmamıştı sanki. Sanki bu hikayenin sonu hiç kötü bitmeyecek her zamanki gibi beklediklerini elde ederek kapatacaktı yaşamını. Şehrin manzarasını izlerken o, bende onu izliyordum. Dışardan hiç bir insanla eşleştiremediğim bu kız, yanında, bu kadar yakınındayken nasıldı acaba? Gözleri ışıl ışıl parlarken duruşu ve hatta her hücresi buna isyan ediyordu sanki. Onlar sorunlara çözüm bulamazken gözleri her şey hep mükemmelmiş izlenimi veriyordu. Hareketleri sessizdi, ama ilk defa bu kadar çaresiz olduklarını hissediyordum onların. Sanki fiziği değil, ruhu yaşlanmış, yaşlı ruhu mimiklerine vurmuştu. Kimse önemsemezdi onu, baktıklarındaysa normal görünürdü onlara, her insan gibi. Ona bakarken ben, yüzünü bana döndü. İşte o ana gördüm ışıklar saçarken ardında endişeyle dolu gözlerini;


“Bir sorun mu var?” ona tekrar bakınca anladım, hayır,

“Hiç bir sorunum yok.”tu..

heple hiç arası yokluk.

seni sevmiştim aslında.


ellerine her dokunduğumda kalbimin yerinden oynardı. her konuştuğunda beş duyumla sen izler, hiç bir mimiğini unutmamak için her birini ezberlercesine izlerdim, diyebilmek isterdim aslında.
mesela sabahları bekleyip yıldızları saymaya çalışmak ve sıkılmak isterdim senle. ya da göz göze baktığımız anda gülme krizlerine girmek. beraber sinemaya gidip salonun bomboş olduğunu görmek, başbaşa kocaman bir salonda film izlemek. bunları yapmak istiyorum seninle diyebilmeyi isterdim.

ama biliyor musun, artık senle yan yana olmak bile istemiyorum, konuştuğumuz iki kelime kalbime ağır geliyor.

aslında ne istiyorum senden biliyor musun?
hiç bir şey. unutmayı bile.
seni çok sevebilirdim aslında, belki ya da hiç.

bencillik topografyasında yalanlar.

büyük kalabalıklar içinde tatmin ediyorduk kendimizi. bizi seven insanlar topluluğunun yalanlarıyla yaşıyorduk, ya da bize kurdurdukları gerçekleşmeyecek vaat niteliğindeki düşlerle. her biri bizi sevdiğini söylüyordu her gün, sayfalarca sevgi sözcüğü döküyorlardı önümüze, öyle ki satırlar taşıyamıyordu bencillik kokan sözcükleri. ama biz vazgeçmek istemiyorduk bu küçük oyuncağımızdan, alıp bütün oyuncak sevgilerimizi, okuyorduk, tekrar tekrar...


neden olduğunu anlamak için değil, sadece kendimizi daha da yükseltmek için, kendimizi tatmin etmek için, yalanlara inandığımızı doğrulamak için; ama yavaş yavaş bu sözcüklere bağımlı olarak.

satırlar ise seviniyordu okunmalarına, kendileri seviliyorlar sanıyorlardı. ancak bir gün anladılar sözcüklerin "o bizim artık, aklını da ruhunu da kurban edebilir yapay bir sevgi ruhuna." diye bağırışından, bağımlılığın sevgiye olduğunu, kendilerine değil. satırlar dürüst aşıklardı ama; daha fazla taşıyamadılar bu yalanı, sahiplerinin önünde yıkıldılar. ve çökerken her biri sözcükleri de götürdü yanında. sözcükler pişmanlıkla haykırıyordu; bu kadar yaklaşmışken olamaz, bitemez! diye, ama nafileydi.

sahipleri yutkundu eski ve çökmüş deftere bakarak, kapadı gözyaşlarıyla defteri. artık biliyordu, kendisi dışında kimse onu sevmiyordu, sevmeyecekti. ve hatta kendisini en çok sevebilecek kişi yine kendisiydi.

beni de kimse sevmeyecek, sizi de,

kendimizden daha çok.

gidiş bileti.

kızıl gökyüzü senin gülümsemen için yanıyor,
tüm çiçekler yüzünü sana döndü.
zaman durdu, senin nefesinin kesildiğini görünce,
ama geri saramıyor kendini, yaraları saramadığı gibi.
bağıramıyor, ağlayamıyorum.
sanki hala ordasın, hala konuşuyorsun, hala cevap bekliyorsun benden.
gitmediğini hissetmek istiyorum, açık gözlerine bakıyorum, durgunlar, hareketsizler soğuk ellerin gibi.
daha söylenmemiş sözlerim vardı sana, biliyorum,
ama geri getiremiyorum seni.
durgun zamanda gözyaşım beyaz yüzüne düşüyor, zaman akmaya devam ediyor.
ve ben ağlıyorum şimdi, ama kızmıyorsun bana dönüp.
herkes senin canlanıp gülmeni bekliyor, bende. gidemezsin diyorum içimden, gidemezsin! masallarımın kahramanı, bu kadar kolay yenilemez.
duymuyorsun.
kapıyorum masmavi gözlerini özgürlüğe,
itiraz edemiyorsun.
çok uğraşıyorum tekrar güldüğünü görmek için,
ama biliyorum bir daha hiç ışık saçan gülümsemeni göstermeyeceksin güneşe.
ve ben, hep hafızamdaki silinmeye yüz tutan senle kendimi avutmak zorunda kalacağım.

sen bir efsaneydin.

kapalı perdeler, kilitlenmiş kutular içinde.

kimse bilemedi seni, benim dışımda.
kimse göremedi küçük sırrımızı, farkedemedi.

gece olmalı hep.

karamsarlık olsun diye değil ama, güneş yüzümüze vurmadan, gerçekleri hemen görmeden yatmak için bir gece.


ve gece en iyi sırdaştır, tekin görünmesede arka sokaklarındaki yalanlarıyla ve sisli perdeleriyle, yalanları gizlediği gibi sırları da gizlemeyi bilir silüetler ardında.

gece, kimseye söylemez sırlarımızı biz haykırmadıkça, onun haykırışları, onun sesi bir boşluğa açılır ve dağılmaz uzaklara. sadece kendi bilir, bağıramaz, susar gece. sessizce bekler anlatmanı, anlar seni çünkü tüm sırları biliyordur o, tüm insanları biliyordur. seni de bir düşünce kalabalığının içinde şefkatle idare eder.

korkularını barındırır bazen gece, ya ağzını açarsa pandora'nın kutusunun? ya korktuklarımızı yüzümüze gösterir, bizi kaçırırsa gerçeklerden, ya da inanmak istediğimiz, bağlandığımız yalanlardan? ama o bilir ne yapacağını, her zaman. ve gereken kadarını gösterir sinsi yüzüyle, gerekli görmediklerini evrenin sonsuz karanlığında boğar, geri gelmemek üzere.

karanlığın gizemidir gece, endişeli gülümsemeler silüetinde...

ah,romeo...

perde kapanınca "biz" kavramı kalmayacak.

ben seni sonsuza dek sevmeyeceğim,
sadece alkışları alana kadar.
ışıklar kapanınca sevgilim,
yüzüm hafızandan yavaşça silinecek.
gözlerini kapayınca hayal edemez olacaksın beni.
ve sesimi bir daha hiç duymayacaksın,
hiç olmayacağım o kanlı aşk masallarında bir daha,
hiç.

.

ben senin oyununda bir piyondum,
ve kimse piyonlar öldüğü için üzülmez.

kendimi öldürmek.

Tek kişilik bir yarışmada, yanlışlarımı yarıştırıyordum. Ne kadar da eğlenceliydi sonu belli oyunlarda güç gösterisi yapmak, doğrularımı bilinçaltıma iterken tüm etkimi yanlışlar üzerinde kullanmak! Bencilliğimi, nefretlerimi göstermek hırslar karşısında alkışa hazır seyircilere.

Sağ tarafımda bir melek belirmemişti bu sefer, sadece yönünü izlediğim şeytan vardı, ve onun yanlışlarına kurban ettiğim, teker teker derinlere itip öldürdüğüm doğrularım. Bir gölge oyunu gibi, perdenin arkasından hareketlerini izliyordum siyaha bulanmış masumiyetimin, kurnaz düşlerimin.

Sonunda ise hem kazanmıştım, hem de kaybetmiştim.

Yine dört yanlış bir doğruyu götürdu; bu seferse giden doğru her yanlışın acısını çıkartır cinstendi; o doğru, bendim.
bir geleceğinin olması,
yaşadığın anlamına gelmez.
yalnız olman da,
mutsuz olman değildir aslında.

17 Kasım 2009 Salı

yalan

bilinen yalanlar vardır, bilinmeyenler çok azdır aslında.
pembe yalanlar hem karşıdakinin hem bizim iyiliğimiz için,
siyahlar ise sadece bizim için.
bilirsin, içinde kendin yoksan hiçbir yalan gerçek değildir.
inandırıcı olmak için kendinde inanmaktan ziyade, inandırıcı olmak için kendine yontmalısın bu yüzden.
çünkü ipte atlama gibidir yalan; ateşten bir ip, üzerinde atlayan sen, eğer ipi çevirenleri durdurmayı başarırsan "gerçeklerinle" oyunu kazanırsın, ama atlamaya devam edersen, sonuna kadar oyunda olmalısın.
kaybedemezsin, bilirsin.

bulutlar

bulutlar hayallerimden daha büyük olduğunda;
ellerimi ısıtamayacaksın daha fazla.

15 Kasım 2009 Pazar

pamuk prenses.

giriyorum o eve, yangından kalan yıkık dökük bir harabe. tüm eşyalarımız kül olmuş anılar gibi, bir duman boğuyor şimdi tekrar beni. dışarıda mavi gökyüzü, temiz hava, içerde sen, anılar. yürüyorum gıcırdayan parkelerde, sen bu sesi severdin. beraber oturduğumuz masanın yanına gidiyorum, deniz, deniz rengi gözlerin ve "biz". bir resmin parçası, dudaklar var sadece bu parçada, gülümseyişini özlediğim dudaklar. hemen gözlerim devamını arıyor bu savrulmuş parçaların, ama bulamayacağım, biliyorum, yine de sana ait olan her yere bassın istiyorum ayaklarım, nefesim nefes aldığın her yere çarpsın, sesim yankılansın ruhunun duvarlarında.

bulamam diyordum, bir parça daha. saçların. simsiyah, aynı benimkiler gibi. hep aynıyız derdin, fiziksel değil ama; kimyasal bizimkisi, öyle ki aşkımızın dna'sı bile eşsizliğini koruyamıyor çiftliliği nedeniyle, gülerdim, gülerdin, gülerdi maviliğimiz.

gözlerimden binlerce damla yaş aksa, hangi biri söndürebilir burda yanmış ateşi? şimdi hepsi o simsiyah parkelere, küllere düşüyor, yine de fayda etmiyor yaralarıma, sarmıyor, acıtmıyor, kanatmıyor, zehrini akıtmıyor.

içerideki kütüphaneye gidiyorum; en çok zaman harcadığın yer, tek bir kitap takılıyor gözüme, öyle ilgisiz bir yerdeki; fırlatılmış bu afetten kurtulsun diye. koşuyorum; pamuk prenses ve yedi cüceler. anlayamıyorum ölürken bile ne yapmaya çalıştığını, açıyorum kitabı. kan ve kül bulaşmış bir kağıt, bir not.

"pamuk prenses yaşadı tutkunun öpücüğüyle, prens öldü aşkının ebediyetiyle. prenses değil, prens şimdi beyazlar içinde, gözlerinin ve gökyüzünün maviliğinde. tek istediğim beni .." yazamamıştı sonrasını, o güzel ellere izin vermemişti alevlerin acımasızlığı. ama ben biliyordum ne olduğunu; seni unutmayacağım. ve hep sev beni derdin, hep seveceğim zaten derdim, hep seveceğim sevgilim. alıyorum notu, çeviriyorum kağıdın arkasını; gözyaşlarım kanınla, sözlerim sözlerinle karışıyor.

sayfalar beni, satırlar seni söyler gizlice.

ve gizli bir "biz" vardır o tozlu kitapta, o tozlu raflarda.
sıcak bir kahve tadında, tek içimlik bir hayatın gölgeleri.

zıtlıklar kutupları

sadece bir anlığına baksa, görürdü belki.
ya da bir anlığına beraber gülebilsek, anlayabilirdi belki beni.
bir hediye istemezdim ondan, sevgisini de, bunu bilirdi. vermek istese olası cevabımı da bilmeliydi mesela;
seni seviyorum ama bu seni ilgilendirmez.

çünkü o normal olmayı severdi. kirpikleriyle tuz toplamak gerçekten zor mu diye denememişti mesela hiç. ya da yağmurun altında çok ıslanmamıştı. sadece başlangıç ve bitişlerden ibaretti o, bense "an"lardan. bu yüzden onu severdim, yağmuru da severdim, çünkü ikisi zıt, bense bir çelişkiydim.

bir bankta oturdum, bekledim, bekledim. belki şu görkemli kapıdan öylesine biri olarak çıkar diye. bu bilinirliğin verdiği bir önemsenme olmayacaktı; bu sadece yaşadığını anlamasının öylesineliği olacaktı. bir kamikazeden aslında ters döndüğü için korkmak; ama aslında bunu sevmek. ters dönmüş, beynime sıçrayan kanıma karışmış bir sevgiyle bekliyordum çıkmasını.

ama o kolunda sıradanlıklarla geldi karşıma, sadece birilerine benzemeye çalışarak, ama aslında kimse olamayarak. şemsiyemi bıraktım, yağmura daldım tekrar. yağmuru seviyordum bende, ama toprak kokusunu asla.

10 Kasım 2009 Salı

masal.

bir masalın içinde olmak.
iyilikler hep seninledir sanmak.
her şey senindir sanmak hatta.
zamana bırakmak, çünkü zamana güvenmek kendine güvendiğin kadar.
güzelliği kısas, gökkuşağını daimi görmek.
kör ebe oynarken gerçekten kör olmak.
bir masalın içinde olduğunu sanmak.
ama aslında gökkuşağını gördüğünde onun değil, senin yaklaştıkça kendine kaybolman.