17 Aralık 2009 Perşembe

bir melodi, bir doğruyu anımsatıyor bana.
her gün uyandığım gerçeğini mesela.
fonda aynı melodi. kısa, damakta tat bırakan. bitiyor uyanmaya başladığımda sonunda.
kalkıyorum, tekrar başlıyor yaşamla.
güneşin ışığında parlıyor adımlar, dans ediyor kelimeler boşlukta, yankısız, cevapsız, abartısız.
hepsi gerçek mi merak ediyorum bazen, gökkuşağında turuncu mu var gerçekten?
ya da gökyüzüne her bakışımda, her nefes alışımda özgürlüğü hissetmem.
ama aslında özgürlüğümün bu küçük şehrin yüzölçümü kadar olması.
bazen kilometreler, bazen metreler aşması, ama bunların hepsini belirli izinlerle yapması.
fonda yumuşak, ağır melodi.
benim hayalim belki de tüm yaşadıklarım, tüm sevdiklerim, nefretlerim benim karşıtlarım. hayallerim benim elimdekiler ve ben şu an rüya görüyorum belki de.
yer yer kabus.
yer yer zaman duruyor ya da.
yer yer pamuk prensesle tartışıyorum hayallerimin sonunu.
ama gerçeği belirten, o anlamsız ama güzel melodi.
uyanıyorum belki de arada, müzik susuyor sanki.
senin bir hikayen vardı.
benim de.
kesiştirmeye çalışsak, belki sadece aklımızda o kahve kokusu kalacak.
beraber içip sonunu getiremeden bıraktığımız onlarca, yüzlerce kahve.
çikolata rengi gözlerin.
tatlı.
yaşlı görmediğim hiç.
tanıdık, bilmiş yüzün.
v bir günlük gibi açık seçik duyguların.
çok az bir küme belirtiyordu kesişimimiz.
acaba kahveleri beraber yudumlayabilecek miyiz bir gün sonuna kadar?
belki sadece muhtemel bir hayal.

11 Aralık 2009 Cuma

aslında küçük bir oyunun içinde olmak gibi yalan söylemek.
kaybedersen, baştan başlıyorsun.

2 Aralık 2009 Çarşamba

bu deneyim yaşanmışlık değildi, olmayacaktı.

sadece yağmur yağan gözlerine baksam, unutmamamı sağlardın.
uzun bir sessizlikte bile.

-hep susacak mıyız?
+konuşmuyor muyduk?

ve tekrar uzun bir sessizlik. ama doyurucu. merakların gizli kalmasını, ikimizin gizli ve ayrı kalmasını sağlayan sessizlik bu. tıpkı yolda çarpışmış iki yabancı gibi, ama aslında bundan daha yakın. hiç konuşmadan anlaşmak, konuşmadan döngüde durmak.

-hiç söylemiyorsun demiyorsun sen.
+neyi?
-seni sevdiğimi.
+biliyorum, yanlış mı bildiğim?
-...

gereksiz bir özgüven değildi. biraz boşluk barındırıyordu sadece, yağmur kokusu gibi. gözlerinde bu koku vardı seninde. pembe ev hayallerimiz yoktu, sadece düşünsek yeterdi, biz birbirimizi düşününce var olurduk değil mi? düşünüyorsak şüphe ederdik, birbirimizden şüphe ederdik, çünkü tanımazdık.

+beni seviyor musun?
-bilmiyorum.
+sorunca mı sormayınca mı bilinmezlik oluyor?
-...

en azından özgürdük, en azından bizdik.
en azından karışmamıştık, her birimiz ayrı birer kişiydik.
en azından hala sonbahar yapraklarının çıkardığı tatlı sesi dinleyebiliyorduk sessizliğimizde.

-seni seviyorum.
+bilmiyordum.
-bende öyle.

22 Kasım 2009 Pazar

ikiye bölelim, hepsi benim olsun.

iki çocuk vardı, paylaşırlardı her şeylerini. birisi daha çok küçüktü, tüm saflığıyla ve tatlı bencilliğiyle. öbürü ise paylaşmayı bilebilen. renkli plastik bileziklerinden istedi küçük kardeş, bir tane sadece. altı bileziğin üçünü verdi kardeşine, yarısı onun yarısı benim.


ama anladım ki o gün ben hiç öyle olamadım. maddi eşyalarımı değil, paylaşması kolay olan kalbimi bile paylaşamadım, kimseye diyemem ben, bak bu benim sevgim, yarısı senin, yarısı benim.

gidiyor musun?

"Neden? Benleyken bile ona baktığın gibi bakmadın bana, gözlerinde bir ışığın çaktığını göremedim ona baktığında olduğu gibi. Her bakışında yüzüne sana 'korkak kahraman' diyen birinin, kalbin acıyordu biliyorum. Ama benleyken neden bana böyle olamadın, neden?" diye hıçkırarak sordu kız meraklı gözleriyle. Ağlayan gözleri katıksız bir nefrete ilerliyordu.

"Ben hiç 'seninle' olmadım ki."

kimse yeterince bencil olamıyor.

bencil olmak içi tek bir nefese sahip olmak gerekli çünkü. oysa ki biz telaşlı dakikalar içinde, çocukların gülümsemeyi unutan güneşi çizişlerinde, bakışlarımızda ve hatta görüşlerimizde, hep birden fazla kişiyiz. ruhlar karması gibi, kendimiz ve başkaları olarak yaşıyoruz. iki yüzlülük değil bu aslında, çok yüzlülük. o kadar ki; şizofrenik saplantılar bile masum kalıyor acıtan benliklerimiz arasında.


bencil olamıyoruz bu yüzden, aslında bir şeyi kendimiz için istediğimizde, hangi kendimize adadığımızı bilemiyoruz bu somutluğu. kendimiz mutlu oluyor, kendimiz kırılıyoruz sonunda. yararsız bir oyun oynuyoruz hayatla.

bu yüzdendir ki; bencil olan kişiler henüz oyuna başlamamıştır, henüz hayat ya yoktur onlar için, ya da bir makasla kesmiş, yok edip kanatmışlardır ruhunun türevlerini, onların dünyalarını kesip çıkarmıştır ameliyat masasında. ve son nefesini kafesinde vermiştir bilincin. kendin olduğunu bilmenin, ve ölümü paylaşamamanın bilinci; onlar için öyle bir uyuşturucu ki ölüm, ne vazgeçebiliyorlar, ne de paylaşabiliyorlar sevgili sonlarını, asla, kimseyle.

di'li geçti zamanımın

görülmüş geçmiş zamana adandı hikayelerim. aslında onlar yoktular, olmalarını ben istedim. ve varmışlar gibi, özenle baktım onlara, incitmedim. ama onlar beni hep incitti, biliyor musun?

bir fotoğraf karesindeki görünmeyen yüzlerdi onlar. sağ tarafta kalmış, rüzgardan eğrilen bir ağaç, bacası tüten bir ev, önde yürüyen iki mutlu yüz. ve bana kalan sel gibi yağmurlardı fotoğraf karesinin içinde. güneşin parlak yüzü değil, ayın soğuk nefesiyle görürdüm ben.

ama işte o karede olmayanlar hayallerimdi benim. bazen birilerinin ruhunda hayat bulmak, bazen ab-ı hayat içmiş gibi sonsuz olmak isterdim. ama biliyordum, sonsuza kadar yaşasam mutsuz olacaktım ben. sonsuzluk içindekileri vermeyecekti, sevgileri saklayacaktı kendine. bencildi o, adanmışlığın a'sından habersiz. ve aşkın yüzsüzlüğünden.

hatta hatırlardım olamayan anılarımı. film gibi, siyah beyazdılar, dokunamadım. bende aşık olurdum kendi filmimde, kendi kitabımda baş kahraman, kendi zihnimde tutku selinin sahibi. ama bunlar hep dışında kaldı fotoğrafın.

ben aşık olurdum eskiden, kalbim yağmurla ıslanmadan önce. bu kadar hissiz değildim ben, sel götürmeden önce o fotoğrafta çıkmayan iki mutlu yüzü. evet, ben aşık olurdum eskiden, kabuslarımda gördüğüm, en korkulu anlarımda aydınlığa açılan bir kapı bulan adama.
ve sonra gitti o, yağmurları da aldı, gitti bir gün.
kayboldu.
ve hikayelerimde gitti, fotoğrafla beraber. saklı olan düşlerim yok oldular.

gözyaşlarımı alamadan,

gitti o.

bilmem ki nasıl,

anlatmalı beni.


çünkü ne kadar anlatırsam,

o kadar kötü bir izlenim olacak zihinlerde.

ne kadar resmedilse de,

tablo dışına çıkamayacak hayaletim.

gözleri hep dünyayı izleyen,

küçük bir hayalet.

ben.


nasıl göremedim,

hissedemedim,

nasıl bilemedim?

bir girdaba bile bile atlayışım,

adrenalin tutkusundan değildi.

ve ben sevmezdim bile suyu,

şelalenin arkasında,

buğulu düşlerimi gördüm,

gözlerim miydi yoksa buğulu olan?

ve eskiye bir özlem gibiydi,

sudaki sis.

geri dönemiyor,

saklayamıyor,

sadece biliyordum orada olduğunu.

burası küçük bir yer,

bir şelale, bir kaç ağaç

ve bir de umudum için kesilen nefeslerimle ben.

ufku göremeyeceğim belki ama,

perdelerini aralayıp tepedeki güneşin,

adımlarımı atabilirim sonsuzluğa.

çünkü gülümsemeler,

orada bekliyor beni.

kırmızı bir şarap ve mum ışığı,

bir tutku saplantısı.

oysa ki güneşin içinde bir günün yerini

hangi alkol unutturabilir ki?

ne kadar da

..narindi sevgin. kibarlıkla süslenmiş bir fiyonk vardı aşkının paketinin üzerinde. ona verdin kırmızı paketi, açtı o da bir efsaneyi. kimsenin görmediğini gördü o aşkının paketinde. küçük kırmızı kutu, çekmecende kilitler altında gizlediğin, anahtarını kasalarda sakladığın, açmamak için defalarca kendinle çeliştiğin kutu, onun elindeydi. ve içindeki kalbin. coşkuyla karışmıştı kanının kokusu, ağzından çıkacak tek bir söze bakıyordun sanki.


çanlar senin için çalmıyordu ne yazık ki, attı önemsiz bir biblo gibi kalbini, yıllarca sakladığın ve yanlış kişiye verdiğin o en değerlini. gitti kızıl kadın, arkasına bile bakmadan bıraktığı cam kırıklarının adamın zihninde.

arkadan geldi badem gözlü kadın, çıkardı bir mavi kutu, verdi ona. ne bir süsü vardı, ne bir abartısı. sade, masmavi bir kutu.

"al." dedi.

"bende senin gibi kalbimi rehin tuttum, nefesini bile aldırmadım ona tutkunun. ama sen nasıl değiştiysen, bende sana karşı öylesine değiştim. açtım kapılarımı, o güvenli sandığım kalemin içinden aldım kalbimi, kendine güvendiğini sandığım, zavallı savunmasız kalbimi. sana vermek için. çünkü kızıl düşler peşindeyken sen, o kapıların ardında senin için atıyordu, sense hayatını uçurumdan savuruyordun, dal bulamayacağını sanarak.

al, o senin artık. biraz acıyor gördüklerinden dolayı ama, işini görür hissetmek için. çünkü o artık başkasının olamaz o seni sevdiği için, öyle bir aitlik ki bu; bana bile karşı çıkıyor. şimdi senin özgürlüğün var, benimse sana gözü kör bir esaretim."

"Seni

hep seveceğim." dedi çocuk. "Sabah uyandığımda, sonraki sabah ve sonraki sabah. Nefes aldığım süre boyunca."


Kız ise berrak gözlerle baktı;
"Beni hiç sevmeyeceksin. Hatta sabaha kadar bile. Çünkü sabah güneşi başka biriyle doğuracaksın, ve ufka baktığın başka biri olacak. Ben ise seni bekleyeceğim, tutkunun bana dönmesini, aşkını kazanabilmeyi, ve kimse olmadan benim gözlerime bakabilmeni.

Parfümünün kokusu burnumda tütecek, sana sarılabilmek, o içimdeki yokluğu bastırmak için dudaklarını dudaklarımda hissetmek isteyeceğim. Şüphe duymadan izlemek isteyeceğim seni. Ama olmayacak, biliyorum.

Ben seni kendime acı çektireceğimi bile bile sevemem, şimdi yaptığımdan ötürü acı çekeceğimi bilsem de, hiç bir zaman gözlerine dalamamanın, o maviliğin içinde özgürlüğümü aşkın diliyle tadamamanın acısı kadar büyük olmayacak hiç bir şey.

Sen beni sana göre hep seversin, ben seni bana göre hiç. "

asla unutma, asla affetme.

Affetmek büyüklüktü, bir zamanlar.

Ama kendilerini büyük görenler affetmeyi küçüklük, kendilerini ise daimi efendi olarak gördüler. Küçük konuşmalarının ve gülümsemelerinin bizi mükâfatlandırdığını, ardından getirecekleri büyük yıkımları göz önünden sileceklerini düşündüler.

Herkes görünüşte onları affetmeye hazırdı, herkes büyüklük bende kalsın demişti. Ama öyle bir noktaya gelindi ki; her affediş onlar için bir zorunluluk, her kırılış onlar için bir sorumluluk oldu.

Ateşle oynuyorsun diyemezdi kimse, çünkü bu bencillik deniziydi, ve efendileri yanmazdı bu deryanın içinde. Öfkenin ateşi ise hiç bir zaman bir kıvılcımı geçemedi, çünkü konuşamayan gözlerin arkasındaki sisti. Asla söylenmeyecek, asla ihanet edilmeyecekti mükemmel tapınışlarına.

Hiç ses çıkarılmayacaktı o konuşurken, hiç kimse içinden bile bağıramazdı. Oysa ki benim çığlıklarım inletiyordu ruhumun duvarlarını. Her konuştuğunda nevrosaya yakalanmış, hislerini kusan bir ejderha gibi ateş savuruyordu yüreğim. Herkes hissediyordu bu korkunç nefreti, herkes biliyordu o her güldüğünde onu öldürmek istediğimi. Ama onu hissetmediğini de biliyordum ben, hiç bir pişmanlık için acı çekmeyeceğini.

Her yanlış yapışında, camdan duvarları her kırışında yaptılar tekrar. Ama sıra bana geldiğinde, acılı bir süreç olacaktı onun için istediğini alamamak. Çünkü af dilemek artık bizi küçültürken; onu devasalaştırıyordu tutkularda. Ve yalvarmalara bırakıyordu yerini karşılıksız çağrılar.

Ama ben, ben unutmayacaktım onun acizliğini korkular karşısında.

Ben onun çıkarlarına ait olmamayı unutmayacaktım.

Ben onun gülüşlerindeki sis perdesinin altında bitip tükenmeyen bir hırsın saklandığını bilecektim.

Ve ben asla, asla ama asla unutup onu affetmeyecektim. Sözümü hiçe sayacak sonsuzluğu ellerinde tutsa bile, asla.

kendime mahkumum ben

ben bir deliyim, yargılanması gereken bir deli. ama kimse ben konuşurken susup dinleyemez beni. ikazlar, itirazlar, itiraflar durup dinemez ben konuşurken. ben konuşurken dünya konuşur, ben ağlarken konuşmaya devam ederler.

ama bir yerde, tek bir yerde dinlenir E. aklında.

orada E sanık koltuğunda oturur, ve o konuşmaya başladığında o konuşur, dünya susar, sessizliğe boğulur sonbahar yaprakları, donup kalırlar.
konuşur E, anlatır. tek istediği dinlenmektir onun, avutulmak değil, asla değil.

"ben asla kendim olamadım. ben insanlar, ben ruhlar karmasıyım. ruhumda sayamayacağım kadar kişinin mimikleri beklemekte kendini göstermek için.
bencillikle dolu, bana göre beyaz yalanlarım var benim. hepsi benim adıma çalışıyor, kan döküyorlar yüreğimde.
gözyaşlarım tiyatro sahnelerinden,
konuşmalarım ise film repliklerinden.
bu kadar kişi arasında, asıl beni bulamıyorum artık."

kaptırır kendini, kendi dünyasında, kendi olan hakime karşı tutamaz gözyaşlarını.
güçlü olan kişiliği kalkar ayağa, ağlama, der ağlama! duygusallık değil ihtiyacın olan, asla. bu da kendi lafları değil, arkadaşından alıntı nağmeler söylemektedir güçlü sanılan içi boş kişi.

E gözyaşlarını siler bir havluyla, yine başlar aynada kendi yalanlarıyla boğuşmaya.

"şizofreni yalnız oynamaz."

bu küçük ve soğuk evde oturuyorum. terkedilmiş bir bölge sanki burası! bir canlı varlığa bile rastlayamıyorum bu kurak hisler coğrafyasında.


saat gecenin dördü sanırım, saat yok burada, yıldızları takip ederek ayırıyorum saati. her yerde tozlar var, her yerde... sanki canlılar, hepsi üstüme geliyor! kaçmak için çarşafımın altına gidip saklanıyorum, sadece başım dışarda. kim bağırıyor böyle?

bembeyaz giysiler var üzerimde, yiyecek ise istediklerim gibi değil. eski günlerimi özlüyorum. burada kendimi farklı görüyorum artık, değiştim. kimsesiz ve gereksiz bir yer burası, kurtulmalıyım bir an önce. kafamda hayaller kapılarını açıyor umuda mahkum bedenime.

duvarlara yaklaşamıyorum. yatağım odanın ortasında. korkuyorum duvarlardan, hayaletler var orada duran, hissedebiliyorum nefeslerini boynumda. ve bir tanesi eğer azrail'in kılıcını taşıyorsa... kanımı endişesiz hıçkırıklarla dolu bir kaç ruha kaptırmayacağım ben! hayır...

ellerin nerede? özlüyorum beni sarmalarını. sıcaklığını da özlüyorum, çok soğuk burası. sadece gözlerine baksam yeter bana, başka hiç bir şeye ihtiyacım yok burada, senden başka. kalbim adını fısıldıyor, kaçıyorum içimde beni ele geçirmeye çalışan şeytandan. bana bakıyor şeytan; "sen benimsin, ve benim incilimin kapağına açılacak ruhun, gözlerin benim kurallarımı okuyacak bundan sonra." diyor. bir kapı olsa sonsuzluğa keşke, çıksam ve orada septik düşlerimden uzakta, seninle beraber olsam.

bir şömine koyamazlar mıydı bu odaya? hem soğuk, hem de beyazdan başka bir renk yok. şömine olsa da ateşin kızıllığına bakakalsam, kızıl düşler ülkesine gitmiş ve oradan hiç ayrılmayacakmış gibi. tutkunun kolladığı görkemli kapılarıyla, ve senin dudaklarınla buluşan kızıl düşler ülkesi.

kapı açılıyor, düşüncelerimden ayırıyor beni. hasta bakıcı gözlerini bana dikiyor, ağlamışım sanırım, yaşları hissediyorum yanaklarımda.

"burası deliler hastanesi, çığlıklarına yer yok." narkoz kanıma karışıyor, yine ve yine uyuyorum..
sabah gözlerindeki güneş ışığı, akşam iradesiz ve dinlenmeyen bir hayır'a dönüşüyordu dilinde. haksız bir savaş veriyordu kendine ihanet eden, öyle ki içindeki hükümete muhalefet bir ruh vardı kendinde, ve bu güçlü muhalefet, kendine bile zararı olan bir darbenin peşindeydi, çığlık halini alan hayır'lar arasında.

yoklar mı hala?

hayallerimiz vardı eskiden,

perde arkasında gölge bırakmadan yürüyen,
sessizce.

ve o kadar sessizdiler ki,
şimdi gittiklerini anladığım anda bile,
ne zaman gittiklerini bilemiyorum.
ansızın kaybolmuşlar gibi.

Hâlâ.

Ben hala küçük bir kız çocuğuyum zihnimde. Düşüncelerimle evcilik oynuyor, hayallerimin arasında geziyorum kocaman pamuk şekerimi yiyerek. Bir çok şey istiyorum hâla, küçükken bisiklet istediğim gibi. Hâla ağlıyor, hâla mutlu olup gülüyorum bir oyuncak gibi verilen sevgilere. Hor görüyorum masmavi özgürlüğe düşen gölgeleri, eski ve yıpranmış bebeklerim gibi. Zihnimdeki küçük kız hâla dalgalı saçlarını topuz yaptırıp ucunda buklelerini bıraktırıyor annesine. Yanından geçenlerin dondurmalarına gözü takılıyor. Hâla oyun arkadaşını seviyor o. Hâla salıncaklarla bulutlara dokunuyor, hala anlamadıklarını önemsemiyor, gülücüğüyle kapatıyor. Gazetedeki çocuk bulmacalarını çözüyor hâla.


Ve hâla onun görebileceği en kötü rüyada paylaçolar var, yalancılardan, ruhsuzlardan, alevli tartışmalardan, ayrılıklardan değil, paylaçolardan korkuyor çünkü o.

gizlenen siyah ışıklar.

Gözleri yoldaki ışıklar gibi parıldıyordu. Umudu hiç bitmemiş, hiç mutsuz olmamıştı sanki. Sanki bu hikayenin sonu hiç kötü bitmeyecek her zamanki gibi beklediklerini elde ederek kapatacaktı yaşamını. Şehrin manzarasını izlerken o, bende onu izliyordum. Dışardan hiç bir insanla eşleştiremediğim bu kız, yanında, bu kadar yakınındayken nasıldı acaba? Gözleri ışıl ışıl parlarken duruşu ve hatta her hücresi buna isyan ediyordu sanki. Onlar sorunlara çözüm bulamazken gözleri her şey hep mükemmelmiş izlenimi veriyordu. Hareketleri sessizdi, ama ilk defa bu kadar çaresiz olduklarını hissediyordum onların. Sanki fiziği değil, ruhu yaşlanmış, yaşlı ruhu mimiklerine vurmuştu. Kimse önemsemezdi onu, baktıklarındaysa normal görünürdü onlara, her insan gibi. Ona bakarken ben, yüzünü bana döndü. İşte o ana gördüm ışıklar saçarken ardında endişeyle dolu gözlerini;


“Bir sorun mu var?” ona tekrar bakınca anladım, hayır,

“Hiç bir sorunum yok.”tu..

heple hiç arası yokluk.

seni sevmiştim aslında.


ellerine her dokunduğumda kalbimin yerinden oynardı. her konuştuğunda beş duyumla sen izler, hiç bir mimiğini unutmamak için her birini ezberlercesine izlerdim, diyebilmek isterdim aslında.
mesela sabahları bekleyip yıldızları saymaya çalışmak ve sıkılmak isterdim senle. ya da göz göze baktığımız anda gülme krizlerine girmek. beraber sinemaya gidip salonun bomboş olduğunu görmek, başbaşa kocaman bir salonda film izlemek. bunları yapmak istiyorum seninle diyebilmeyi isterdim.

ama biliyor musun, artık senle yan yana olmak bile istemiyorum, konuştuğumuz iki kelime kalbime ağır geliyor.

aslında ne istiyorum senden biliyor musun?
hiç bir şey. unutmayı bile.
seni çok sevebilirdim aslında, belki ya da hiç.

bencillik topografyasında yalanlar.

büyük kalabalıklar içinde tatmin ediyorduk kendimizi. bizi seven insanlar topluluğunun yalanlarıyla yaşıyorduk, ya da bize kurdurdukları gerçekleşmeyecek vaat niteliğindeki düşlerle. her biri bizi sevdiğini söylüyordu her gün, sayfalarca sevgi sözcüğü döküyorlardı önümüze, öyle ki satırlar taşıyamıyordu bencillik kokan sözcükleri. ama biz vazgeçmek istemiyorduk bu küçük oyuncağımızdan, alıp bütün oyuncak sevgilerimizi, okuyorduk, tekrar tekrar...


neden olduğunu anlamak için değil, sadece kendimizi daha da yükseltmek için, kendimizi tatmin etmek için, yalanlara inandığımızı doğrulamak için; ama yavaş yavaş bu sözcüklere bağımlı olarak.

satırlar ise seviniyordu okunmalarına, kendileri seviliyorlar sanıyorlardı. ancak bir gün anladılar sözcüklerin "o bizim artık, aklını da ruhunu da kurban edebilir yapay bir sevgi ruhuna." diye bağırışından, bağımlılığın sevgiye olduğunu, kendilerine değil. satırlar dürüst aşıklardı ama; daha fazla taşıyamadılar bu yalanı, sahiplerinin önünde yıkıldılar. ve çökerken her biri sözcükleri de götürdü yanında. sözcükler pişmanlıkla haykırıyordu; bu kadar yaklaşmışken olamaz, bitemez! diye, ama nafileydi.

sahipleri yutkundu eski ve çökmüş deftere bakarak, kapadı gözyaşlarıyla defteri. artık biliyordu, kendisi dışında kimse onu sevmiyordu, sevmeyecekti. ve hatta kendisini en çok sevebilecek kişi yine kendisiydi.

beni de kimse sevmeyecek, sizi de,

kendimizden daha çok.

gidiş bileti.

kızıl gökyüzü senin gülümsemen için yanıyor,
tüm çiçekler yüzünü sana döndü.
zaman durdu, senin nefesinin kesildiğini görünce,
ama geri saramıyor kendini, yaraları saramadığı gibi.
bağıramıyor, ağlayamıyorum.
sanki hala ordasın, hala konuşuyorsun, hala cevap bekliyorsun benden.
gitmediğini hissetmek istiyorum, açık gözlerine bakıyorum, durgunlar, hareketsizler soğuk ellerin gibi.
daha söylenmemiş sözlerim vardı sana, biliyorum,
ama geri getiremiyorum seni.
durgun zamanda gözyaşım beyaz yüzüne düşüyor, zaman akmaya devam ediyor.
ve ben ağlıyorum şimdi, ama kızmıyorsun bana dönüp.
herkes senin canlanıp gülmeni bekliyor, bende. gidemezsin diyorum içimden, gidemezsin! masallarımın kahramanı, bu kadar kolay yenilemez.
duymuyorsun.
kapıyorum masmavi gözlerini özgürlüğe,
itiraz edemiyorsun.
çok uğraşıyorum tekrar güldüğünü görmek için,
ama biliyorum bir daha hiç ışık saçan gülümsemeni göstermeyeceksin güneşe.
ve ben, hep hafızamdaki silinmeye yüz tutan senle kendimi avutmak zorunda kalacağım.

sen bir efsaneydin.

kapalı perdeler, kilitlenmiş kutular içinde.

kimse bilemedi seni, benim dışımda.
kimse göremedi küçük sırrımızı, farkedemedi.

gece olmalı hep.

karamsarlık olsun diye değil ama, güneş yüzümüze vurmadan, gerçekleri hemen görmeden yatmak için bir gece.


ve gece en iyi sırdaştır, tekin görünmesede arka sokaklarındaki yalanlarıyla ve sisli perdeleriyle, yalanları gizlediği gibi sırları da gizlemeyi bilir silüetler ardında.

gece, kimseye söylemez sırlarımızı biz haykırmadıkça, onun haykırışları, onun sesi bir boşluğa açılır ve dağılmaz uzaklara. sadece kendi bilir, bağıramaz, susar gece. sessizce bekler anlatmanı, anlar seni çünkü tüm sırları biliyordur o, tüm insanları biliyordur. seni de bir düşünce kalabalığının içinde şefkatle idare eder.

korkularını barındırır bazen gece, ya ağzını açarsa pandora'nın kutusunun? ya korktuklarımızı yüzümüze gösterir, bizi kaçırırsa gerçeklerden, ya da inanmak istediğimiz, bağlandığımız yalanlardan? ama o bilir ne yapacağını, her zaman. ve gereken kadarını gösterir sinsi yüzüyle, gerekli görmediklerini evrenin sonsuz karanlığında boğar, geri gelmemek üzere.

karanlığın gizemidir gece, endişeli gülümsemeler silüetinde...

ah,romeo...

perde kapanınca "biz" kavramı kalmayacak.

ben seni sonsuza dek sevmeyeceğim,
sadece alkışları alana kadar.
ışıklar kapanınca sevgilim,
yüzüm hafızandan yavaşça silinecek.
gözlerini kapayınca hayal edemez olacaksın beni.
ve sesimi bir daha hiç duymayacaksın,
hiç olmayacağım o kanlı aşk masallarında bir daha,
hiç.

.

ben senin oyununda bir piyondum,
ve kimse piyonlar öldüğü için üzülmez.

kendimi öldürmek.

Tek kişilik bir yarışmada, yanlışlarımı yarıştırıyordum. Ne kadar da eğlenceliydi sonu belli oyunlarda güç gösterisi yapmak, doğrularımı bilinçaltıma iterken tüm etkimi yanlışlar üzerinde kullanmak! Bencilliğimi, nefretlerimi göstermek hırslar karşısında alkışa hazır seyircilere.

Sağ tarafımda bir melek belirmemişti bu sefer, sadece yönünü izlediğim şeytan vardı, ve onun yanlışlarına kurban ettiğim, teker teker derinlere itip öldürdüğüm doğrularım. Bir gölge oyunu gibi, perdenin arkasından hareketlerini izliyordum siyaha bulanmış masumiyetimin, kurnaz düşlerimin.

Sonunda ise hem kazanmıştım, hem de kaybetmiştim.

Yine dört yanlış bir doğruyu götürdu; bu seferse giden doğru her yanlışın acısını çıkartır cinstendi; o doğru, bendim.
bir geleceğinin olması,
yaşadığın anlamına gelmez.
yalnız olman da,
mutsuz olman değildir aslında.

17 Kasım 2009 Salı

yalan

bilinen yalanlar vardır, bilinmeyenler çok azdır aslında.
pembe yalanlar hem karşıdakinin hem bizim iyiliğimiz için,
siyahlar ise sadece bizim için.
bilirsin, içinde kendin yoksan hiçbir yalan gerçek değildir.
inandırıcı olmak için kendinde inanmaktan ziyade, inandırıcı olmak için kendine yontmalısın bu yüzden.
çünkü ipte atlama gibidir yalan; ateşten bir ip, üzerinde atlayan sen, eğer ipi çevirenleri durdurmayı başarırsan "gerçeklerinle" oyunu kazanırsın, ama atlamaya devam edersen, sonuna kadar oyunda olmalısın.
kaybedemezsin, bilirsin.

bulutlar

bulutlar hayallerimden daha büyük olduğunda;
ellerimi ısıtamayacaksın daha fazla.

15 Kasım 2009 Pazar

pamuk prenses.

giriyorum o eve, yangından kalan yıkık dökük bir harabe. tüm eşyalarımız kül olmuş anılar gibi, bir duman boğuyor şimdi tekrar beni. dışarıda mavi gökyüzü, temiz hava, içerde sen, anılar. yürüyorum gıcırdayan parkelerde, sen bu sesi severdin. beraber oturduğumuz masanın yanına gidiyorum, deniz, deniz rengi gözlerin ve "biz". bir resmin parçası, dudaklar var sadece bu parçada, gülümseyişini özlediğim dudaklar. hemen gözlerim devamını arıyor bu savrulmuş parçaların, ama bulamayacağım, biliyorum, yine de sana ait olan her yere bassın istiyorum ayaklarım, nefesim nefes aldığın her yere çarpsın, sesim yankılansın ruhunun duvarlarında.

bulamam diyordum, bir parça daha. saçların. simsiyah, aynı benimkiler gibi. hep aynıyız derdin, fiziksel değil ama; kimyasal bizimkisi, öyle ki aşkımızın dna'sı bile eşsizliğini koruyamıyor çiftliliği nedeniyle, gülerdim, gülerdin, gülerdi maviliğimiz.

gözlerimden binlerce damla yaş aksa, hangi biri söndürebilir burda yanmış ateşi? şimdi hepsi o simsiyah parkelere, küllere düşüyor, yine de fayda etmiyor yaralarıma, sarmıyor, acıtmıyor, kanatmıyor, zehrini akıtmıyor.

içerideki kütüphaneye gidiyorum; en çok zaman harcadığın yer, tek bir kitap takılıyor gözüme, öyle ilgisiz bir yerdeki; fırlatılmış bu afetten kurtulsun diye. koşuyorum; pamuk prenses ve yedi cüceler. anlayamıyorum ölürken bile ne yapmaya çalıştığını, açıyorum kitabı. kan ve kül bulaşmış bir kağıt, bir not.

"pamuk prenses yaşadı tutkunun öpücüğüyle, prens öldü aşkının ebediyetiyle. prenses değil, prens şimdi beyazlar içinde, gözlerinin ve gökyüzünün maviliğinde. tek istediğim beni .." yazamamıştı sonrasını, o güzel ellere izin vermemişti alevlerin acımasızlığı. ama ben biliyordum ne olduğunu; seni unutmayacağım. ve hep sev beni derdin, hep seveceğim zaten derdim, hep seveceğim sevgilim. alıyorum notu, çeviriyorum kağıdın arkasını; gözyaşlarım kanınla, sözlerim sözlerinle karışıyor.

sayfalar beni, satırlar seni söyler gizlice.

ve gizli bir "biz" vardır o tozlu kitapta, o tozlu raflarda.
sıcak bir kahve tadında, tek içimlik bir hayatın gölgeleri.

zıtlıklar kutupları

sadece bir anlığına baksa, görürdü belki.
ya da bir anlığına beraber gülebilsek, anlayabilirdi belki beni.
bir hediye istemezdim ondan, sevgisini de, bunu bilirdi. vermek istese olası cevabımı da bilmeliydi mesela;
seni seviyorum ama bu seni ilgilendirmez.

çünkü o normal olmayı severdi. kirpikleriyle tuz toplamak gerçekten zor mu diye denememişti mesela hiç. ya da yağmurun altında çok ıslanmamıştı. sadece başlangıç ve bitişlerden ibaretti o, bense "an"lardan. bu yüzden onu severdim, yağmuru da severdim, çünkü ikisi zıt, bense bir çelişkiydim.

bir bankta oturdum, bekledim, bekledim. belki şu görkemli kapıdan öylesine biri olarak çıkar diye. bu bilinirliğin verdiği bir önemsenme olmayacaktı; bu sadece yaşadığını anlamasının öylesineliği olacaktı. bir kamikazeden aslında ters döndüğü için korkmak; ama aslında bunu sevmek. ters dönmüş, beynime sıçrayan kanıma karışmış bir sevgiyle bekliyordum çıkmasını.

ama o kolunda sıradanlıklarla geldi karşıma, sadece birilerine benzemeye çalışarak, ama aslında kimse olamayarak. şemsiyemi bıraktım, yağmura daldım tekrar. yağmuru seviyordum bende, ama toprak kokusunu asla.

10 Kasım 2009 Salı

masal.

bir masalın içinde olmak.
iyilikler hep seninledir sanmak.
her şey senindir sanmak hatta.
zamana bırakmak, çünkü zamana güvenmek kendine güvendiğin kadar.
güzelliği kısas, gökkuşağını daimi görmek.
kör ebe oynarken gerçekten kör olmak.
bir masalın içinde olduğunu sanmak.
ama aslında gökkuşağını gördüğünde onun değil, senin yaklaştıkça kendine kaybolman.

30 Ekim 2009 Cuma

o.

anaokulunda tek resim yapardı.
ortaokulda yemekhanede hep tekti.
lisede tek otururdu.
üniversitede okula hep gelmek zorundaydı, çünkü notları alabileceği kimsesi yoktu, sıranın sonunda, tek kalırdı hep.
otobüs binerdi eve gitmek için, yanı hep boştu. tanımadıklarıyla doluydu tabii, ama dikkat çekmezdi bile zaten, gelip üstüne otursalar da farketmezdi.
sessizdi, hep örnek insan oldu. çünkü hiç itiraz etmezdi. hiç fikirleri yokmuş gibi davranırdı. aslında bazı konularda fikri vardı, ama söylese bile sinek vızıltısı gibi, gürültüde farkedilmeyecek bir küçük ayrıntı olurdu sadece. ve hatta yorum yaptı diye arkasından gülerlerdi ona. bazı konularda ise fikri yoktu, hep eksik hissetti, hep her şeyi bilmek, konuşmak istedi bu yüzden.
bildiklerini öğrettiği bir kişi bulamazdı çoğunlukla, bulduğunda ise karşıdaki her şeyi, söyledikleri de dahil, biliyormuş gibi yapıp, onuzayıf yanından vurur nasıl bilmiyorsun, tabii sen ne bilirsin ki derdi.
üzülürdü kız.
kötülere bile acırdı bazen, ama ona acıyan yoktu.
sadece fiziksel bir güzellik belirtisi yok diye, içindeki kimyayı anlayamadı kimse.
bileğinde bir ip vardı, o kopunca özgür olacaktı.
ama o aslında hep özgürdü, onun özgürlüğü yalnız olmasından kaynaklıydı.
kuşlara özenirdi hep, ama ne bir kuş, ne de insan olamadı.

23 Ekim 2009 Cuma

dön-memek

dön diyemem dersin genelde; çünkü git demişsindir, ve pişmanlığının grafikteki alanı, gururununkinden küçüktür malesef, neye mal olsa, neleri kaçırtsa da sana. oysa ki sadece dön demek yeterli değildir ne kadar istesende, artık ok yaydan fırlamıştır dersin, filmlerdeki gibi o dön deyince arkasını dönüp sana son kez sevgiyle bakıp kollarına atılmayacak, gitti dediğin trenin arkasından çıktığını göremeyeceksin ya da. senin bildiğin ve istediğin arasındaki fark; yapamadıklarına eşitlenecek, eşitliği bozmaya çalıştığında ise denklemin bir yanından çıkardığın gururunun denkliği bozmaması için, öbür taraftan "kazanma" şansını çıkaracaksın. belki giden bir şey eklerse kendinden; sen kazanırsın. bencilliğin el verirse, duyguların cesaretle dik durabilirse rüzgara karşı bir uçurtma gibi.

17 Ekim 2009 Cumartesi

gülümseme.

gülümseme.
bir ufuk yaratıyor sanki içimde.
küçük bir sahil kasabası ve taş evler.
gülen insanlar, mutlu yüzler, bacası tüten evler.
ben şimdi sahilde oturup denizi dinliyorum. ruhum denizle, kalbim bir küçük gülümsemede. küçük bir çocuğun yarattığı bir sevinç dalgası, herhangi bir gülümsemenin bir şehre bedel olması.
oysa ki ne şehirlere ihtiyacımız var; ne gereğinden fazla bir zenginliğe.
bir gülümseme baştan yaratabilir dünyamızı, sadece tek bir gülüşle tüm kahkahalar bizim olur belki de.

16 Ekim 2009 Cuma

adaletsizliğin can damarı

aslında içimizde bir şah damarı gibi, durmadan atıyor. adaletsizliğin peşinde değil içindeyiz, başkaları gibi kendi çokluğumuzda kendimizi de sömürüyoruz ki adaletsizliğimiz eşit bir payda herkese verilsin bir ödül gibi, ama kardeş payı değil bu sefer. bir yalana başlar, onu haklı ve doğru gösteriririz kendimizce; bir oyuna inanır ve sahne bitene kadar sürdürürüz rolümüzü sessizce. hep birilerinin görmesi beklenir; oysa ki karanlığın içindeki kefeleri kendinden ağır hak terazisi bile görmüyordur herkesin yaşadığı yük bozukluğunu. ve bir yalancı adalet kavramı içinde, bize yapılan haksızlıkların muhalefeti olup, aslında başkalarının haksızlıklarının iktidarıyız. ve bir cumhuriyetse içimizdeki küçük dünya; bu dünya hırsızların, kahpelerin ve hiç olmamışların dünyası. sömüren ve sömürülenlerden oluşan; sömürülenlerin sessiz, sömürenlerin ise çığlık çığlığa bağırıp haklı olduklarını iddia ettikleri bir küçük dünya. gözleri bağlı olan hak yolu, açtı artık gözündeki bağı; sevdiğine bir, sevmediğine bin lanet yağdırıyor. ve bir inanç tablosu içinde itirazsız kabul görüyor haksızlığı savunan yasalarımız.

ve aslında bazen,

seversin.
hep düşünürsün birisini.
ve o birisi bir anda senin rüyalarına girmez,
o senin rüyaların olur.
hayallerinde hep o vardır mesela,
gittiğin sinemada o,
kendi sinemanda ise baş rol onun.
ve sen sadece seversin,
farkedilmeyeceğini, karşılıksızlığını bilirsin.
platonik bir yanılgı olarak,
yine karşılıksızca kendinsizliğinde beklersin.
perdeleri aralasa da,
görsem onu tekrar.
belki o o kadar mükemmel değildir ama;
sen öyle bilmek istersin.
tektir senin için,
bir başka "aşk" daha yoktur. 

ve bazense sevdiğini sanarsın,
hep düşünmek ister,
boş zamanlarını hayaliyle doldurursun sadece.
o "hep" yoktur,
sadece şimdi vardır ve belki de,
ya şimdi ya da bir sene sonra yapraklar sarardığında,
gidecektir, bilirsin.
gözlerinin ardında hep başka birini elde etme isteğiyle yanarsın,
ama onu istediğini söylersin kendi kendine.
ortak nokta ise; yine fark edilmezsin
ama bu sefer sen de fark etmezsin.

10 Ekim 2009 Cumartesi

güçlü bir kol,

kalbimi buz soğukluğundaki ellerine alıyor, sıkıştırıyor, damarlarını patlatırcasına. kanlar akıyor, ancak soğuktan donup kalıyor her biri, daha sonra tekrar kanamak umuduyla, acıtma isteğiyle.

daha sonra kalp atışlarımı hissedemiyorum, kanımla birlikte onlarda donuyor, bembeyaz ve sopsoğuk, tıpkı bir camdan heykel gibi.

sıkmayı bırakıyor el, donmuş duygularımı. rahatlayacağım, buzlar eriyecek birazdan diyor, kanları durdurmak için yollar düşünüyorum, ancak o güçlü el planlarıma ters çıkıyor. buzdan canavar, korkutucu suratına bir katilin sinsi gülüşünü yerleştiriyor, gözlerimin derinliklerinden aklımı bir iple bağlıyor, bağıramıyorum, nefes almak zor geliyor.

daha sonra ellerinde tuttuğu camdan oyuncağı, sıradan bir kukla gibi bırakıyor, yere vurma sesi her bir hücreme iğne gibi batıyor, camdan kalbim, küllerden daha küçük parçalara ayrılıyor. gözümden bir damla yaş akıp küçücük bir parça camı eritiyor, kıpkırmızı yüzünü gösteriyor binlerce parçadan biri ve o haliyle bile kanamaya devam ediyor.

yumuyorum gözlerimi. bitti mi?

sessizliğinin

altında, düşünceleri telaşla fısıldaşıyordu. boş bakışları ise durgunluktu dışardakilere göre, oysa o; geçmişinin bilinçli katili olan cerrah rolündeki geleceğinin, yeni ruh ölümlerine neden olacağını gördüğünden, bir sonraki bedensel kayıp olmayan cinayetleri, şaşkınlıkla izliyordu... ve düşünmeden edemiyordu;

'bu kanlı silüeti ben mi yarattım, ben mi izin verdim aklımda her bir hücreme kazınmış, kendi yarattığım gölgeler şehrinin düşmesine?'

Yeşil gözlü adam, güzel sesli kadın.

Yeşil gözlü adam ruhunu arıyormuş yaşadığı evinde, mahallesinde, gözlerinin görebildiği sınırlı haritada. Ve bir gün, tatlı bir ses yükselmiş sıkışık evlerin olduğu mahallede, sıkışık evlerin arasından. Ne bağırıyor, ne de şarkı söylüyormuş bu ses; ama tatlı bir ninni gibi büyülüyormuş onun tatlı fısıltısı. Sokakta yankılanmıyormuş sesi; ama yanındaymışçasına netmiş.




Adam o an farketmiş ruhunun bir kadında olduğunu, aşağı inmiş koşarak, güzel sesli kadınla göz göze gelmişler o küçük, loş sokakta, adamın yeşil gözlerinde kendini bulmuş kadın, kaybolmuş... O anda anlamışlar ki ikisi bir bütünden fazlasıymış, biri giderse, öbürü yarım kalamazmış, yok olurmuş...

Ama hikaye sonsuza kadar mutlu yaşamışlar denilerek bitmemiş malesef.

Onlar da her zamanki gibi eski zaman klasiklerinden vazgeçmemiş; sonsuza kadar demişlerdi tabii ki... Ancak kadının güzel sesi, sonsuzluğu da etkilemişti. Aşklarını teslim ettikleri sonsuzluk, güzel sesli kadını istiyordu şimdi,o da yeşil gözlü adam gibi büyülenmişti o huzur veren sesten... Ve onu yanına aldı huzur bulması için, sonsuza kadar... Karanlıkta, yerin yedi kat altında, yeşil gözlü adamın gözlerindeki ışığı söndürürcesine...

Yeşil gözlü adam onsuz hiç kendi olamamış tekrar. Hem sevmemiş onu aldığı için sonsuzluğu, hem de sevmiş onun yanına ulaşabileceği tek yer olduğu için.

Ve şimdi ben onun o yeşil gözlerine her bakışımda, kadının tatlı sesiyle fısıldayışını, huzurla gülümseyişini ve akamayan bir damla gözyaşını görüyorum...

Kayboluş.

Sonsuzluğu istiyordum; ancak o bir son değildi. Daha ilerisi vardı hep, adı üstünde; sonsuzluk! Bir kuyu gibiydi sonsuzluk, dipsiz bir kuyu. İlerledikçe güneş ışığını umutlarla birlikte yutan bir varlığı yok etme çabası. Ruhlarımızın perdelediği bir gerçek; aslında en büyük yalan, karanlığa giden.


Karanlık ise beni içine çekiyordu. Bir sevgilinin kolları gibi sarmalıyordu beni yalancı şefkatiyle önce, sonra beynimi uyuşturuyordu tatlı şarkısıyla. Oyuncak kuklalar gibi; ellerimle teslim ediyordum iplerimi ona, kan vücudumda dolaşmıyordu artık, aydınlıkta.

Evet, ışığa, olmayana özlem duyuyordum. Bu yasaklı özlem kopardı bir ipi, aceleci bir mum yakmak için. Yanan mum ışığı da içimdeki sahipsizliğe ve ona sahip olmaya çalışan karanlığın kindar rüzgarına yenildi. Bense tek sahibime baktım, kaplamıştı her yanı. Teslim olmaktan başka çözüm yoktu, gülümsedim küçükken karanlıktan korktuğumu hatırlayarak. Artık kaçış yoktu, saklanmak, kurtulmak yoktu, çok geçti artık, aşıktım; korkularıma aşıktım.

hiçbir şey.

kabullenmenin zor olduğu kadar varım, ellerin boşluğu hissedeceği kadar yok.

Dün, Bugün, Yarın

Dün; buradaydım. Mavi gökyüzüne bakıyor, özgürlüğümü görüyordum kuşların kanatlarında. Umudu ve umutsuzluğu kokluyordum şehrin kirli havasında, inceliyordum zihnimi, içinde benim de bilmediklerim var mı diye.


Bugün; mavi gökyüzü umutsuzluktan kararmış, özgürlüğümse biraz kısıtlı, bir iple bağlanmış gibi. Aklımda bilmediğim bir şeyler varmış gerçekten; bilmediğim biri. Kim olduğunu sorguluyorum şimdi.

Yarın; mavilik görünemez oldu duygularını kaybetmiş, hissedemeyen ruhların oluşturduğu flu perdenin ardından. Kuşlarsa özgürlüğüm gibi yok oldu, uçmuyorlar artık, onları da yaşatamadım. İpler zincirlere, yaşadığım yerse dikenli tellerle dolu bir hapse dönüştü. Çaresizlik içime dolmasın diye nefes bile alamıyorum. En önemlisi ise keşfettim içimdeki kişinin ben olduğumu. Kendim olduğumu sanırken en güzel anılarımın yaşattığı gerçek ben.

Trajikomik bir son bu; kendimi bulduğum an kaybedecek olmam.

Doğrusuzluk

Sizin doğru gördüğünüz yol benim ölümümü simgeliyor.


Ben o yoldayım ve veriyorum son nefesimi; sizin doğrularınızı bulmak için.

Kendi doğrularımsa bir o kadar saydam ve gereksiz sizinkilerin yanında, yinede bir o kadar gerçek ve canlılar ki hâla!

Aklımda telaşla koşuyor duygularım, doğru ve yanlışı ayıramıyorum artık. Ancak biliyorum ki hiç bir doğru sizin için önemli değil çünkü yalanlara inanmayı sevmişsiniz siz! Kendi inandıklarım ölmesin diye uğraşsamda boşuna.

Sizin hayali doğrularınız, somut gerçekleri soyut yapmış, nesnelleri öznelleştirmiş ve benim inandıklarımın silüetini bırakmış sadece. İçi boş ve cansız, tıpkı benim gibi. Gözlerimi sonsuzluğa kapasam vücut bulur mu o en sevdiğim silüetler, benim olabilirler mi tekrar; onlara inananın?

kişisel korkusuzluk

karanlıktayım tek başıma,

yön bulamadan yürüyor,
düşüyorum.
düşlerim yardımcı olamıyor,
kendi karanlığımda,
yalnız boğulmama.

herkes, her şey...

... renkli balonlar gibi, görünüşü güzel, içi boş.

Geçmiş...

...şimdiden ve bizden daha çok etkiliyor geleceği, özgür düşünceleri öldüren, herkesin bulaştığı bir cinayette, hala kanlı elleriyle. Ve hala masumiyetini savunuyor, bizlerse bilincimiz hala açık olmasına, gözlerimiz hala görmesine rağmen, söylediği her yalana zevkle inanıyoruz, yalanlar bizi de yalanlasa bile.

Kim bilebilirdi ki?

Gerçeklerin bu kadar yalancı olduğunu?

Ve gerçeklik duygusunun bu kadar sahtelik barındırdığını içimizde?

Kendimizken bile inkar ettiğimizi, yalan söylediğimizi içimizdeki benliğe, unutulmamış bir alışkanlık gibi.

Kız bağırır,

gecenin karanlığında; ki bu bağırış onun çaresizliğini simgeleyip küçültür belki onu sevgisinin gözünde.

"Yağmur, gel ve götür kendinle beraber tüm benliğimi. Ve sevdiğim tek şeysin biliyor musun? Bana onu hatırlattığın, ama onun gibi acıtmadığın için!"

Ulaşılmazlarımız

Hiç bizim olamamıştır çok istediklerimiz. Her zaman farklı yollarda, farklı yönlerde kalmışızdır ve çoğu zamansa istediklerimiz, elde edemediklerimiz bize tam ters olanlardır. Birçok doğru içinde yanlışı buluruz biz, özenle çekip çıkarır, kendimize ayırırız en yanlışı, bu yüzden bize en ulaşılmaz görüneni. Bu yüzdendir ki kanıksamamız bazı farklılık gördüğümüz hataları, değiştirmemiz doğrumuzu, yanlışımızı. Ve hep bu istek nedeniyle değişiriz biz, kimi zaman olmak istemediğimiz, kimi zaman olmak istediğimiz, kimi zaman olmamızı istenen kişi oluruz, kendimizi unuturuz. İçimizde bastırılmış kendimizle ve dışarı gösterdiğimiz kendimizle yaşarız ve bastırılan biz suskun kalır hep, görülmemiştir ki o bir daha biz olsun. Ve biz bizliğimizi, ruhumuzu kaybederek severiz ulaşılmazları, kendimizi bildiğimizi sanarak ve aslında bizden ayrılmış bir bizin duygularıyla, kendimiz içinse duygusuzca . Evet isteğimize ulaşırız, ruhsuz bir şekilde sevilen bir beden olma yolunda! Çoğu zaman geriye ittiği, rafa kaldırdığı paslanmış sorularla kendini bulma yolunda.

ve herkes..

..onun olmayan solukları için bekliyordu. kanlı bir mirasın varisleriydiler onlar, sadece son nefesini hissetmek istiyorlardı yüzlerinde, ve ölümün soğukluğunun bembeyaza döndürmesi o çok sevdiklerini söyledikleri insanın. bir ihanet kılıcıydı bu, arkadan bıçaklardın ve kimse kanı göremezdi, içten içe kanardın, onlarsa sadece susmanı beklerlerdi sonsuza kadar.

Olmamış olmak

Küçükken ağzımızı gizli bir kilitle kapadığımız gibi, aklımı bir kutuya koyup kapadım, anahtarı bende değil. Kalbimi ise hissedemiyorum, herşey karmaşık. O kadar ki artık kendime soru soramıyorum, biliyorum cevapların olmadığını. Bilinçsiz gibiyim;


Sanki hiç olmamışım gibi.

Oyunda aşk başkadır, hatta belki de saçmadır.

Gözlerin bozukluğu sadece uzağı görmeyi değil düşünceleri görmeyi de etkiliyor belki. Ve ben gözlüksüz biri olarak ne düşündüğünü bilemediğimden,susuyorum. Belki de susmak daha iyi olduğu, sessizliğin uyuşturucu etkisi olduğu için.

Sanırım aklın, alışkanlığın etkisi bu olsa gerek? Karanlıktayken mum bulmak gibi otomatiktir belki, neyin nerede olduğunu bilirsin, sen koymuşsundur çünkü. Ama ben sadece kendi düşüncelerimi biliyorum, onları oluşturan benim çünkü. Tahmin edilemez mi seninkiler? Saatler geriye sarmaya başlarsa, belki.

Ama artık biliyorum ki önemli olan sen değilsin ben değilim biz değiliz, sadece egoyu tatmin etme duygusu bizdeki, hepimizdeki. Ve beyin öyle ki; kafayı taktıysa bir seye unutamıyor ne kadar istese de. Aslında bu unutamama deli ediyor, isteklere neden oluyor. Unutamadığımız, beceremediğimiz için her şey. Bir bilgisayara 15 basar dediğimiz beynimiz, bir bilgisayar gibi geri dönüşüm kutusuna atamıyor zamanın getirdiklerini. Ama biliyorum ki hırs saçma, biliyorum ki yaşananlarda saçma ve hayat gibi bir oyunda isen;

aşkta saçma.

Kelebek

Bir kelebeğin kanatlarındaydı mutluluk;


Kelebek gibi dışarı çıkmak için uzun süre bekleyen ve sadece bir gün yaşayabilen. Bir günün içine bir ömrü sığdırmaya çalışan; daha çok, daha çok kanat çırpan. Bizdeki gözlerse bir gününü en azından yaşayabilen o kelebeğe kitli, sadece onun yaptığını yapabilmeyi istiyor bu bir sürü bir gün'den oluşan, ama o bir gün'ün hiç gelmediği hayatta.

Uçurum

Bir uçurumdayken nasıl herseyi elimizin altında ve sade, olduğu gibi görüyorsak, hayallerimizin ucurumlara ulastıgı zamanlarda gerceği en iyi gördüğümüz yerdir, en berrak haliyle. Gerçeği görmekse en hafifletici şeydir, yalanlara inanmak yerine.

Nedensizlikler, Sonuçluluklar

Neden 'neden' der ki insanlar? Neden her neden önemlidir? Ve çoğu nedeni bilmemek ne kaybettirir bizlere?


Neden merak edenler çoğu zaman meraklı, çoğu zaman başkalarının işine burnunu sokanlardır bize göre. Ama bilmeliyiz ki birçok nedenden oluşuyor hayatımız da, nedenler ve sonuçlar. Ve çoğu kişi nedenleri öğrenmek için mi soruyor ki? Yoksa yap-boz'un parçalarını kendilerine göre tamamlamaya mı yarıyor bu nedenler?

Sıra açıklamada bu kadar sorudan sonra. Neden deriz çünkü nedenler yarısıdır hayatımızın. Nasıl mı? Her neden bir sonuca neden olur, ve o yeni sonuclar başka nedenlere, onlarsa başka sonuçlara. Ve birçok sonuçsa nedenlerden oluşmaktadır, birçok şekilde hem nedendirler hem de nedenlerin neden oldukları'dırlar.

Çoğu zamansa aklımızda tamamlayamadığımız sorular vardır, cevabını arayıpta bulamadığımız. Biraz dedektiflik duygularımız harekete geçsede dolduramaz cevapların oluşturduğu boşluğu tahminler. Cevabı sadece bilenler biliyordur, bu nedenle onlara sorarız, neden?

Neden deriz çünkü nedenler hayatın bir parçasından çok sorularımızın ve hatta cevaplarımızın parçalarıdır. Nasıl bir yap-boz'da son kalan parça kaybolmuşsa ve onu arıyorsak, nedenleri aramakta böyledir, ve bulmaksa halının altına sıkışmış olan ve manzarayı tamamlayacak olan yap-boz'un son parçası.

Neden diye sorarız, çünkü nedenler olmadan çoğu sonuca da ulaşamayız. Nedenler olmadan çoğu şeyi eksik yaşarız, çoğu yap-boz'u tamamlayamaz, çoğu konuda meraklı -ve birazda bilgisiz- kalırız, ve tabiki onların oluşturduğu ilerde neden olacak sonuçlara da öylece bakarız belkide. Nedenleri bilmek ister herkes çünkü hayatlarımızın birer parçasıdır onlar, soyut ama gerçek parçalar. Bu yüzden hayatın yarısını kaçırmamak için sorarız, neden?

Sınırlı Sınırsızlıkla Sınırlarımızı Çiziyoruz

Sonsuzluk gibi garip, olayların tesadüf eseri mi yoksa önceden hazırlanmış bir plan gibi mi işlediğini bilemediğimiz bir kavramın içinde yaşayan sonsuzluğa ulaşamamış insanlardan biriyim sadece. Gerçekten bir plan mı hayatımız? Başına buyruk, özgür takılan, kaderimi ben çizerim diyenlerde mi içinde bu çıkılmaz planın?


Ve yapmak istediğimizi değil de istemediğimizi yapsak? O zamanda belli mi olur sonuç? Veya son anda bir karar değişikliği yapsak nasıl olur? Ama o da planın bir parçası olur aslında. Çünkü planda senin son anda karar değiştirmen var, ve planlanan yola gitmen. Tekrar fikir değiştirsek? Ne yazık ki o da var planda! Ne kadar çalışsakta çıkamıyor muyuz dışına bu bilinmiş sıradanlığın? Labirent gibi yani.

Peki tesadüfse herşey? Ve aslında sonsuzlukta tesadüfi bir sallama! Zaten sonsuzluk ne ki? Biliyorum sonsuzlukta sınırlı, öyle ama. Kim sonsuza kadar yasamıs ki biliyor sonsuzu? Her sonsuz bir yasamla biter, bir daha baslamamak ve devam etmemek üzere. Ve yeni sonsuzlar başlar ruhlarımızın, düşüncelerimizin, kelimelerimizin ulaşamadığı sonsuza ulaşmak için.

Ve bunun için uğraşılacaktır, sonsuza kadar.

Büyük-çe

Büyükçe.


İlk duyulduğunda büyükten biraz daha büyükmüş gibi görünüyor, en azından küçükken bana öyle gelirdi. Ama bir gün okulda, Türkçe dersinde öğrendim ki küçültme ekiymiş bu; büyükten daha az olan, büyüğe yaklaşık anlamı varmış.

Çoğu insanda da bu var, çoğu insanda bu görüntüye yeniliyor. Bahsettiğim kelimelerle ilgili değil, yine insanlarla ilgili. Nasıl mı yalancı büyültme ekiyle kendilerini büyültüyorlar insanlar?

Yollarını bilemem. Ama farkındayım bunun. Bu insanlar (ki çoğunun insancıl tarafları pek yoktur) karşısındakileri küçük görerek yükselirler, başkalarının omuzlarına izinsiz basarak tepeye ulaşmak gibi.

Kendileri hiç bir zaman büyük olamamışlardır bu insanların, büyüklere özenirler,öyle olmak isterler ve hatta bunu yaparken o özendikleri asıl büyükleri de küçümserler. Doğrusu tamda buymuş gibi. Ve insanlara büyük benim, mükemmelin sözlükteki karşılığı benim diye satarlar kendilerini. Biz saflarda buna inanırız, her büyük diyeni büyük kabul eder, bizle tek kelime edip şereflendirmesini bekleriz, ama nafiledir. O dünyanın en iyisidir gözümüzde, hatası mı var? Görmezden geliriz, bir arka sıraya atar, erteleriz, sonradan bakmak için rafa kaldırırız ve o sonralar hiç gelmez.

Ve o uyduruk destansılık bizim her hatamızı görür, yüzümüze vurur, her anını. Kendi gözünde kendini yüceltir, ve doğalolarak bizimkinde de çünkü biz onun gözleriyle bakıyoruzdur, sahte büyüklerin yanında, sahte bir sağ kol, sahte bir efsane olmak için.

Sonunda ise bazılarının gözleri açılır, raftan indirir dosyaları, bir bir bakar bazılarımız. Ve görürki o süper insan, tapılası kişi, yırtık bir kağıt parçasından daha önemli değildir artık, görür gerçeği. Tabi ki anlar o zaman; o büyük değildir, büyükten azdır, büyükçedir ve yaptıklarıyla kendini en son sıraya atmıştır hayatımızda ama umurunda bile değildir, üstüne bastığı omuzların biri çökse ne olur ki? Onu kurtaracak onun kadar sahte ve basit büyükçe'ler, büyüğümsü'ler varken?

Nedensizlikler, Sonuçluluklar

Neden 'neden' der ki insanlar? Neden her neden önemlidir? Ve çoğu nedeni bilmemek ne kaybettirir bizlere?


Neden merak edenler çoğu zaman meraklı, çoğu zaman başkalarının işine burnunu sokanlardır bize göre. Ama bilmeliyiz ki birçok nedenden oluşuyor hayatımız da, nedenler ve sonuçlar. Ve çoğu kişi nedenleri öğrenmek için mi soruyor ki? Yoksa yap-boz'un parçalarını kendilerine göre tamamlamaya mı yarıyor bu nedenler?

Sıra açıklamada bu kadar sorudan sonra. Neden deriz çünkü nedenler yarısıdır hayatımızın. Nasıl mı? Her neden bir sonuca neden olur, ve o yeni sonuclar başka nedenlere, onlarsa başka sonuçlara. Ve birçok sonuçsa nedenlerden oluşmaktadır, birçok şekilde hem nedendirler hem de nedenlerin neden oldukları'dırlar.

Çoğu zamansa aklımızda tamamlayamadığımız sorular vardır, cevabını arayıpta bulamadığımız. Biraz dedektiflik duygularımız harekete geçsede dolduramaz cevapların oluşturduğu boşluğu tahminler. Cevabı sadece bilenler biliyordur, bu nedenle onlara sorarız, neden?

Neden deriz çünkü nedenler hayatın bir parçasından çok sorularımızın ve hatta cevaplarımızın parçalarıdır. Nasıl bir yap-boz'da son kalan parça kaybolmuşsa ve onu arıyorsak, nedenleri aramakta böyledir, ve bulmaksa halının altına sıkışmış olan ve manzarayı tamamlayacak olan yap-boz'un son parçası.

Neden diye sorarız, çünkü nedenler olmadan çoğu sonuca da ulaşamayız. Nedenler olmadan çoğu şeyi eksik yaşarız, çoğu yap-boz'u tamamlayamaz, çoğu konuda meraklı -ve birazda bilgisiz- kalırız, ve tabiki onların oluşturduğu ilerde neden olacak sonuçlara da öylece bakarız belkide. Nedenleri bilmek ister herkes çünkü hayatlarımızın birer parçasıdır onlar, soyut ama gerçek parçalar. Bu yüzden hayatın yarısını kaçırmamak için sorarız, neden?

Masalsı Gerçeklik

Masallarla uğraşıp duruyorum. Her birinde mantık arıyor, kırıntısına bile rastlayamıyor, bulamıyorum. Aslında unuttuğum mantıksız oldukları için güzel bittikleri, gerçeğe uymadıkları, dünyaya baktıkları pembe gözlüklerini çıkaramadıkları için. Ama ben olması gerektiği gibi olsun istiyorum, kötüler kazansın istiyorum. Pamuk Prenses her elma verenin elmasını yediği için ölsün ve Prens onu unutsun, Cindirella'ya yardım etme bahanesiyle gelen peri evi soysun, Pinokyo ısınmak için ateşe atılsın istiyorum. Şimdiki gerçekliğe en uygun olanı bu olsa gerek. Sadist olduğumu düşünebilirsiniz, tabi, doğru olmasada bu da bir seçenek.


Ama gerçeklik her zaman iyi bir seçenek mi bunu da düşünmek gerek. Belki de bilimkurgunun, iyilerin kazanmasının(bkz: Selena (!) ), mutlu sonların çok tutulmasının nedeni de budur. Gerçeklik insanların içindeki iyi tarafı doyuramadığı için. Bu yüzden insanlar 'Pollyanna' olamasada, içinde bulundukları durumda hep kötüye hazırlıklı olmak zorunda kalsada, iyiyi düşünmek istiyordur belki, olmayana özlem duyduğu için. Biraz gerçekliğe bakarsak ne mi olur? Aklımdaki zamanı masal kitaplarından çıkarıp şimdiye ayarlıyorum.

Cindirella'nın balkabağının Lamborghini'ye dönüştüğü, Pamuk Prenses'in üvey annesinin estetik yaptırdığı, Rapunzel'in saçlarına hırsızın, tinercinin, kısacası her bulanın tırmandığı bir dönemde yerimde sayıyorum sanki. Ağlasam ağlayamıyor, gülsem gülemiyor, düşünmek istediklerimi değil istemediklerimi düşünüyor, bağırmak isteyip susuyorum. Bütün karar verme zamanlarında yol ayrımında bakakaldığım ve arkamdan 'kötü devlerin' yerine zamanın kovaladığı, cansız bir hikayenin içindeyim şimdi.

Ve belki masalları düşünmek ve hayal etmek, sadece hayal de olsa daha iyiydi? En azından mutlu sonla bitmez miydi?