1 Eylül 2010 Çarşamba

gözünün önündekini görmemekte ısrar edersen, gün gelir o senin arkana geçer.

3 Ağustos 2010 Salı

boş bir çerçeveye terk ettin bütün aşklarını.
belki bir kaldırımda yürürken,
belki de susmamak için çabalarken düşürüp unuttun hayallerini bir yerlerde.
duygusuzca kendine vurduğunda bile gözünden tek bir damla yaş akıtamadı duyduğun tarifsiz acı.
çünkü bu bir başkasıydı sanki, seni acıtan herkesindi hatta.
herkesin sana olan nefretinin toplandığı bir tokat.
iz bırakmadı, sende hatırlamak istemedin belki.
unutmak kolay mıydı? öyleyse niçin unutamadın hala arkanda kalanları?
bilmiyorsun bu soğuk kaldırımda neden oturduğunu.
karşıda boş banklar var, çocukların neşelerine bulaşmış salıncaklar.
daha iyisi var, ama sen kendine layık görmüyorsun ya da umursamıyorsun sadece.
saat gecenin üçü, bir parkta oturuyorsun.
rüzgar böyle sert miydi hep, yoksa o da mı böyle gösterirdi sertliğini sana?
hayat acımasız değildi, insanlar acımasızdı. sessiz ve sıkıcıydı hayat hatta.
geleceğin bulanıklığı bile heyecan verici değildi hatta. geceyle gündüz gibiydi gelecekle geçmiş, birbirini kovalıyorlardı, ama küçükken defalarca izlediğin bir çizgi film gibi, çıktığında artık bıkmış olduğunu fark edip kanal değiştirdiğin, hep aynı.
ayakkabılarını çıkarıyorsun, çok isteyip de pahalı olmasına rağmen aldığın ayakkabılar. ilerden saatte bir geçen otobüsün sessizliği bozan gürültüleri geliyor. otobüsleri sevmediğini hatırlıyorsun. ayakkabılarına bakıyorsun tekrar, yollar yürüdün belki onlarla ama neyi değiştirdiler ki o yollarda, ne kattılar ki sana? biraz marka, biraz daha az para. çıplak ayakların önce taşa, sonra çocukların oturup oynadığı kumlara değiyor. salıncaklara ilerliyorsun.
oturup demirlerini tutuyorsun. soğuk o da; ama alıştın sen. yavaş yavaş sallanmaya başlıyorsun, o hep unuttuğun şarkı var aklında. hızlanıyor salıncak, bir arkaya bir öne, o gıcırtıyı çıkarıyor ama sen düşüncelerinden duymuyorsun. küçükken korkardın çok yükselmeye salıncakla ters dönerse diye, umrunda değil şimdi. düşünmüyorken hatırlıyorsun o şarkıyı, hani içinde biraz burukluk olan her şarkıdaki gibi. söylüyorsun mırıldanarak, çocukluk korkularından sıyrılıp gökyüzüne varmak için yükseliyorsun. bir anda duruyorsun, karşında küçük bir çocuk, annesinin elinden tutan. kaç saattir buradasın farkında değilsin. kolların yorulmuş, sen yorulmuşsun. güneşin ışıklarından gözlerini kısıyorsun. yavaşça kalkıyorsun, yine küçük bir çocuk duygularıyla, oyuncağından ayrılmak istemiyorsun. küçük kız oturuyor, ama annesine bağırıyor,
"anne gitme, beni sen salla, korkuyorum düşmekten." gülümsüyorsun, yürümeye devam ediyorsun, seni kimin sallayacağını bilmeden.

11 Temmuz 2010 Pazar

zaman küçük bir çocuk, tek farkı istediği olmayınca ağlamıyor, ağlatıyor.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

habersizce değildi, 
sadece beklenmedikti gidişin
bazen hiç olmaz dercesine inandığımız
ya da kendini oyaladığımız yalanları
yalanlayarak gittin
ardına bakmadan diyemeyeceğim,
daha yaşayacağın çok şey
göreceğin çok rüya
tadacağın çok duygu vardı belki
en azından yaşamın siyahtan farklı renkleri vardı görülecek
senin bakmaya zamanının olmadığı
dileklerin vardı başkaları için
on üç tane yaprağa bağlanmış ip
on ikisi başkasına, belki biri kendine
çünkü içinde başka bir şey vardı seni kemiren
şüphe değil, mutsuzluk değil,
ölümdü senin içini kaplayan
bir son olacağını bilirsin ama zamansız bitmiş bir film gibi
ağlatıp güldüren filmler olur ya hani,
sen bizi ağlatıp güldürmeden yolladın geri
denizler bağışladın toprağa
masmavi gözlerindeki o sonsuz denizi,
umutlarınla.
toprağın bize verdiğiyse
katıksız bir üzüntüde senin yokluğundu.

26 Haziran 2010 Cumartesi

sonbahar gözlerini siliyor sarı yapraklarla, sen mutsuz olsan da gülüyorsun sarmaşık saçlı kız. haksızlıklara mı gülüyorsun, acılara mı? o benliğini saran kaleler kumdanmış küçük kız, fark edemedin oyunlarınla meşgulken. insanları eşit gördün o kocaman gözlerinle, ama onların gözünde küçük bir çocuktun sadece, belki hayallerin bile küçüktü onlar için. bir kez üfleyince toz oldu kumdan kalelerin, dalgaların arasına karışıp kayboluyorlar.

o kullanmayı sevmediğin zamirler kadar değer verdiler sana, zamirler kişilerin perdeleriydi, yaşamlara çekilen perdeler, gereksiz ayrıntılara kullanılan kelimeler. sen hep birilerine değer verdin, geleceği düşünerek, çıkar arayarak değil, sadece insanlar önemliydi senin için. bazen sözcükler ağzına kadar geldi ama kötü durmasın diye sende söyleyemedin, kırılmasın o zamirler. başkaları söylüyordu ama değil mi sarmaşık saçlı kız?

çevresindeki herkes birer aynaydı onlara göre, çevresine bakınca da kendilerini görüyor, herkesi kendileri gibi sanıyorlardı. belki farklı insanların farklı düşüncelerini kabul edemiyorlardı, belki etmek istemiyorlardı kolaya kaçmak daha az uğraştırdığı için. peki sen bu küçücük kalbinle zor yolları seçerken acımadı mı canın? belki de tek yapman gereken gerçekten de ilgilenmemekti, gerçekten onların seni gördüğü gibi olmak. sadece bir üçüncü tekil şahıs gibi kullanılıp o kadar yer kaplamak hayatlarında. kalelerin sağlam olurdu belki, ya da gizlice akıttığın göz yaşların sende dururdu o zaman. şimdi yine resimler çiz, yine kendini oyala istersen, yine bir dağın arkasında o kimsenin göremediği gülen güneşi çiz, yine sana parlayıp göz kırpsın o. belki sende büyürsün, sende kaybedersin o çocuksu sevgini sarmaşık saçlı kız, sende verirsin sevgini ilerde sadece kendine, alacak kimse olmadığı için.

20 Haziran 2010 Pazar

yapma bunu kendine,
bırak yalanlar yalan kalsın.

deniz mavisini gökyüzüne versin,
ne fark eder ki?
nasılsa güneşten borç alıyor hepsi.

gazetelerden küpürler kesilsin
sonra yerlerde sürünerek kaybolsun
o önemli sanılanlar
ya da bir panoda eskisin
neyi değiştirir ki
aklında kalması gerekeni unutabiliyorsan
rüzgarın onu alıp götürmesi?

yanlışlar senin olsun bırak
yıllar sonra gülümsetir belki seni,
ya da keşke dedirtir sadece
pişmanlık bile durduramıyorsa
yelkovanla akrebin kaçışını
ne olacak düşünsek yanlışları kabul edişlerimizi?

görebiliyorsak
ya da en azından bakabiliyorsak kendimize
ne olmaya çalıştığımız önemli mi
ne olduğumuzu bilemiyorsak?

bir dalgadaki bir damla özgür
yağmur damlaları ise hızlanıp parçalanıyorlar havanın esaretinde
güneş kurutuyor gözyaşlarını
zaman da öyle.

sadece bir ses hatırlatmaya yetiyorsa
unutmaya çalışmak neye yarar?
ne faydası var kendini kandırmanın
başkaları bile inanmıyorsa sana?

o zaman yapma bunu kendine,
bırak hayat seninle aksın
içinde bir umut belki
biraz da mutluluk
bırak olduğu gibi zamanı
değişmeyi bilebilen bir o çünkü.

8 Haziran 2010 Salı

tek bir şeye bağlıydı aslında güven.
hani o insanlardan bekleyip vermeye korktuğumuz, sakladığımız sarılıp.
ve bu yüzden sadece kendimize güvenmemiz.
çünkü sarılacak o oyuncak kalpten başka bir omuz bulamamamız.
birini tam düşecekken tutmak, bu değil.
birini düşürecek kadar uçuruma yaklaştırmamak, bu da değil.
biriyle uçurumun başında durmak güven.
yanlışların affedilmesini beklemek ya da hiç yanlış yaptırmamak değil.
sadece gittiği her yoldan sonra sonuçlarına katlanırken yardım etmek biraz.
yükü almak değil, hafifletmek.
ama bunlardan fazlası belki,
sadece rahatça konuşabilmek,
yanında özgürce düşünebilmek,
gözyaşların aktığında damlaları yakalayabilmek
ve geri verebilmek solan bir çiçeğe teselli olsun diye.
ya da güvenmek
sadece güvenmek.
belki körü körüne, belki inanarak
ama doğru olduğunu bilerek tutunduğun dalın.

29 Nisan 2010 Perşembe

yeter ki susma şimdi
antika bir kitabın kokusu,
gecede bir yansıma
nefesler tutulmuş
heveslerim sırada
bir çocuğun balonunu beklediği gibi hani,
heyecanlılar ve umutlu
toprağın anaç kucakları gibi
sessiz bedenleri bile saran
onların hayallerinden rengarenk hayatlar
başka zamanlar yaratan

durgun bir denizin hafifçe dalgalanışı
ve adını bilmeyip sevdiğin bir şarkı
bir odanın ruhsuzluğu
eylülde tek başına olmak ya da
yaprakların çıtırtısıyla baş başa
kendi sessizliğinle boğuyorsun
o çocuk ruhu
kendinden bir parçayı
kullanılmış gazetelerdeki
tanınmayan, bize uzak
o 3. sayfa hayatları gibi
kıvırıp atıyorsun bir köşeye
tozlanmaya bırakıp tutkularını
şekerle kanmayacağını bilsen de
susturuyorsun sarmaşık saçlı kızı

şimdi günler geçti birinin seni sevmesinin üstünden,
veya saatler oldu karar vermeni beklerken,
sevgiler bekledi
kalpler, nefesler durdu saatlerce
senin bir sözüne
masumiyetin mi perdeliyor o hissiz kelimeleri
yoksa sahipsiz dramaların mı
sembolik mutluluklara sahnesini ödünç veren

sadece unutmak vardı
ya da hatırlamak istememek
ulaşana kadar istemek
ulaşınca pes etmek
oyunu bitirmek
ve kaçmak rüzgarlara doğru
onlara karşı
ve onlarla beraber
tatlı bir esinti düşlerine vurduğunda
yağmur başlar aklında
ıslanırsın
ve gök kuşağı parıldar ileride,
ulaşmak için koşarsın
yetişemezsin kendinde bile
oradadır oysaki
sen altından geçemezsin gök kuşağının
renkleri sararır
solar o hayatlar
düşlerin solar
sarı yapraklar geçmişinden kalma
eskimiş kağıtlar
birkaç fotoğraf
panoda asılmaktan yorulmuş anılar

ufukta o çok istediğin
küçüklüğünden kalma oyuncaklar
o çok sevdiğin çizgi filmin kahramanı
kurtarabilecek mi seni yalnızlığın kucağından?
kurtarır belki
çıkarır o balonlar seni göklere
susmazsan.

8 Nisan 2010 Perşembe

yalnızdım,
yalnız ve sessiz,
özgürlüktü gelen denizden,
umutlu ve kedersiz

bir o kadar gerçekken ellerimdekiler,
bir hiçe dönüşene kadar,
eridi güneş,
söndü bulutlar
ve parçalandı
kırışmış bir çarşafın üzerinde yalnızlığa kalan
son kırıntılar

kendimden kalan son şey
oydu oysa ki, bembeyaz
masumiyet gibi
masmavi ve sonsuz
bir deniz gibi
kıpkırmızı, olmayan bir tutkuyu
haykırırcasına
tüm renklerin içinde
hiç birine bağlı değil aslında
ama hepsini kendine bağlayan
kırık gülüşüyle beni çeken
özgürlük.

ve istediğimde boş bir odada,
istediğimde bir otel odasının soğuk kollarında,
istediğimde sonbahar rengi hüzünlerle elimde,
ayna karşısında ayrılık provalarına dönüştü aşk
sönmeyen tutkunun
suyla bastırılmış kıvılcımları
bitecek ateş
soğuyacak ruhum
ıssız kalacak hayallerim
bir tek gerçeğin dokunuşuyla
gönderilmemiş mektup zarflarına hapsolmuş
bir kırık gülümseme için
verilen bir avuç dolusu
kırık dökük,
yarım,
bitmemiş,
bitememiş,
bitirilememiş,
sonu getirilmekten korkulan
istemsiz sözler eşliğinde
küçük bir parça hayatından
ve o gerçek mektupların
kıvılcımları söndüren suyla ıslatılmış
duygusuz ve onlardan bir o kadar uzak
kopyalarından

senden
benden
ve "keşke"lerden.

23 Mart 2010 Salı

ne bir ses geliyor aklıma ne de bir görüntü. sonbahar yapraklarının son nefesi olan sesi unuttum mu, ya denizin durgun fısıltılarını? belki de bir gökyüzü kadar berrak ve netken her şey, zihnim bir yağmur bulutu onların arasında. kendi içinde anlaşamayan düşlerimin çarpışması bir yıldırım gibi düşüyor, bölüyor rüyalarımı. ben miyim bu aynada gülümsemeye çalışıp mutlu olmak isteyen? ve aslında bir alışkanlık gibi mutlu olma rolü yapmayı marifet sanan. gözlerim görmese de görebilmek zor değil bu gerçeği, aklımdaki kişi ben değilim, ki mutlulukta uzak bu zihin denilen boş arsadan, huzurda. tek bi duygu ile dolmak bile yetmiyor onun açlığına; ama öyle ki hem açgözlü hem de cimri kendini paylaşamayacak kadar.

bir gazete yaprağını görüyorum şimdi, savruluyor, gidiyor. yapraklar tel tel bölünecek, bir bir yok olup ayrı yollara gidecek. bilmiyor muyum ki bende onlar gibiyim? biliyorum, hem de kendimden çok. bu yüzden hiç bir şeye başlamadıysam korkarak? ya da ertelediysem, üşendiysem, yarım bıraktıysam hep başlangıçları, sonlarını bulamayan masallarım olduysa? kendime ne kadar yakınsam uzağım o kadar. gülümsememi görüyorum aynada; ama duygularını hissedemiyorum yansımamın. gözlerimi görüyorum, ama tanıyamıyorum karşımdaki anımsamaktan bile uzak olduğum yabancıyı. bir zamanlar iyi bildiğimi düşündüğüm, şimdi ise her an bir karmaşa ile dikilen karşımda. yaramaz küçük bir çocuk gibi, karşıma geçip aynada gülen sonra.

bir duvağın altında ezilen ruhum kar beyaz şimdi, karların içinde belki de. boyanmış yüzü kırmızı bir tutkuyla, kendiyle mi savaşacak yoksa yeşermemiş endişelerim? karların içindeysem eğer bu sıcaklık hissettiğim, bu güven ve bu güvensizlik neden? ve değilsem bu tehlike çanları kime çalıyor ki, var mı etrafta benim gibi kendinde boğulanlar? bir tül sadece, hafif ve sade. sadeliği gözümü kamaştırıyor, sırtımda ise binlerce yük sanki. bir film izler gibi izlemek isterdim yaşamımı, bir biyografi, sıkıcı ve olaysız. bir deniz durgun, bir başına, cansız. hatırlatıcı bir kaç not var elimde, sararmaya yüz tutmuş hatıraların simgeleri. bir fotoğraf, bir film şeridi, bulanıklaşıyor gittikçe, gözlerim mi yaşardı yine? sadece bir toz belki de, gözlerimden başka ev bilmeyen bir toz.

sense bir hayalsin belki de, belki bende bir halüsinasyon. beynim akıl oyunlarıyla mücadelede, ben kendimle.
belki hepsi bir hayal,
belki de değil,
belki sadece bir ihtimal görünmez kılıyor beni,
tek ve bilinmez bir ihtimal.

14 Mart 2010 Pazar

ruhlarımızın içindeydi bedenlerimiz,
akşamüstü güneş yağmurla ıslanırken,
bir kahve kokusu gibi keskin,
etkileyici düşlerim,
ve bir ayna gibi aşk,
sadece ona bakınca kendini görüyor ruhum.
bir mehtabın ışığında,
ya da bir güneş aydınlığı,
içimi dolduran bir kahve kokusu yine,
bir umut gibi gökyüzü,
ve sen karşımdasın,
umut rengi gözlerinle,
bakarsan kırılır zırhım,
yok olur inançsızlığım,
bir gerçek gibi,
ya da inanması güzel bir serap,
inanırım sana,
karşımda umut rengi gözlerin,
kahve kokusu ve bir ayna.

12 Mart 2010 Cuma

bilmek mutluluktu. ben bildiğimi sanarak mutlu olurdum ama. gerçekleri cam bir vazo gibi kavradığımı sandım, elimden kayıp düşmesi ise küçük bir ayrıntıydı. kendi ruhumun bin bir yüzünü gördüğüm binlerce cam kırığı var her yerde. gerçeği görmeyi herkes isterdi değil mi? cam kırıklarından fazla acıtmayacaksa...

uzanıp aldım raftan eski tozlu bir kitabı; içinde kitap gibi eskimiş hayatlar, sorular, kafamızdaki soruları yanıtlamaya yetmeyen cevaplar. kapağında bir resim. çizilebilir miydi özgürlük? küçük bir dünya hep hayal edilen, biraz deniz, biraz gök, biraz da mutluluk resmin kıvımlarında. hatıraların canlandığı, kötülerin gidip iyilerin kaldığı bir cennet, unutup uyuşturan bir cehennem aslında. durdurulamaz isteklerin çoktan kendini kaybetmiş tutkuları, sonsuzlukta maviliği içine alıyor. klişe hayallerin ulaşamadığı yer. akreple yelkovanın arasında adice bir soğukluk, bir buzdağı var aslında, yan yana geldiklerinde itiyorlar birbirlerini, uzak olduklarında kovalıyorlar aşıklar, zaman akıp gitsin diye ellerimizden, burda ise hepsi eskimiş elimdeki sayfalar gibi, hepsinden, zamandan bile yıllar almış bitmeyen ışığın ellerindeki gökkuşağı, kamaştırıp gözlerimizi kapattırmış dünyaya, bir anne gibi uyutmuş dizlerinde.

şüphe; gerçeğin kanatlarına bindiğinde,
güneş tutuldu bir an,
zaman durdu,
düştüm ben senin kollarına,
hayal kurdum.
ama sadece bir an.

7 Mart 2010 Pazar

"senin beni sevmiş olman belki de hayatımda olabilecek en güzen şeydi."

ve belki de koca bir yalanın çığlıklarıyla boğulurken bile bu sözler aklımdaydı, o yalanlar da senindi, bu da. ama tek fark benim sadece birine inanmak istediğimdi. sessizliği bozmayan bir düşünce selinde, tek bir rengi alıp çıkardım düşlerimden. bir gökkuşağının içinde anılar vardı, su gibi akan, kalbimi acıtan. ve hepsinde de sen vardın, işin kötüsü benim aldanmalarımın hiç bir hayalde son bulmayışı, gözlerinin hayallerimi yaktığını farkedemeden kendimi kurtaramamdı.

"aslında yağmur gibisin, sana kapılıp gitmek beni özgürleştiriyor."

sende yağmur gibiydin, her seferinde beni ıslatıp mutlu ederdin; ama daha sonra uyandığımda kırışan bir çarşaftan başkası yoktu yanımda, denize bakan bir ben, yıldızları izleyen bir bendim. gökyüzünün mavisi özgürlüğü, özgürlük seni, sen beni, ben ise boşluğu barındırıyordum. boşluğun içine dolmaya çalışan aşkın ona izin verdiğimde çoktan kaçıp gitmişti.

"belki de olmamalıydı... ya da belki hiç olmadı?"

belki de sadece "belki" dediğim için böyle olmuştu, "belki de" ben sadece keşkelere inanan, onların yanında pişman ve mutlu hisseden biriydim. ve "belki de" olabileceğini düşünmek yaptığım en büyük yenilgiydi. tutkulara değil, sana değil, ben aslında kendime yenilmiştim; ama bunu farkedecek kadar bile canlı kalamadı, soldu tüm izafi mutluluklar. senin yerinde beni üşüten bir rüzgar, gözlerimi ıslatan bir yağmur, nefesimi yakan bir ateş kaldı.