22 Kasım 2009 Pazar

asla unutma, asla affetme.

Affetmek büyüklüktü, bir zamanlar.

Ama kendilerini büyük görenler affetmeyi küçüklük, kendilerini ise daimi efendi olarak gördüler. Küçük konuşmalarının ve gülümsemelerinin bizi mükâfatlandırdığını, ardından getirecekleri büyük yıkımları göz önünden sileceklerini düşündüler.

Herkes görünüşte onları affetmeye hazırdı, herkes büyüklük bende kalsın demişti. Ama öyle bir noktaya gelindi ki; her affediş onlar için bir zorunluluk, her kırılış onlar için bir sorumluluk oldu.

Ateşle oynuyorsun diyemezdi kimse, çünkü bu bencillik deniziydi, ve efendileri yanmazdı bu deryanın içinde. Öfkenin ateşi ise hiç bir zaman bir kıvılcımı geçemedi, çünkü konuşamayan gözlerin arkasındaki sisti. Asla söylenmeyecek, asla ihanet edilmeyecekti mükemmel tapınışlarına.

Hiç ses çıkarılmayacaktı o konuşurken, hiç kimse içinden bile bağıramazdı. Oysa ki benim çığlıklarım inletiyordu ruhumun duvarlarını. Her konuştuğunda nevrosaya yakalanmış, hislerini kusan bir ejderha gibi ateş savuruyordu yüreğim. Herkes hissediyordu bu korkunç nefreti, herkes biliyordu o her güldüğünde onu öldürmek istediğimi. Ama onu hissetmediğini de biliyordum ben, hiç bir pişmanlık için acı çekmeyeceğini.

Her yanlış yapışında, camdan duvarları her kırışında yaptılar tekrar. Ama sıra bana geldiğinde, acılı bir süreç olacaktı onun için istediğini alamamak. Çünkü af dilemek artık bizi küçültürken; onu devasalaştırıyordu tutkularda. Ve yalvarmalara bırakıyordu yerini karşılıksız çağrılar.

Ama ben, ben unutmayacaktım onun acizliğini korkular karşısında.

Ben onun çıkarlarına ait olmamayı unutmayacaktım.

Ben onun gülüşlerindeki sis perdesinin altında bitip tükenmeyen bir hırsın saklandığını bilecektim.

Ve ben asla, asla ama asla unutup onu affetmeyecektim. Sözümü hiçe sayacak sonsuzluğu ellerinde tutsa bile, asla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder